29 Temmuz 2014 Salı

Stoacılık hk.

Yine Server Tanilli'nin, 'Yüzyılların gerçeği ve mirası - İnsanlık Tarihine Giriş' adlı kitap serisinin 'İlk Çağ' adlı 1.Cilt kitabına göz gezdirirken, ilgimi çeken bir başka bölüm de şu oldu: (önce aynen aktarıp sonra yorumumu ekleyeceğim):

İlk çağlardaki Hellenistik Uygarlık ile ilgili bölümdeki, Felsefe ve Edebiyat başlıklı bölümden alıntılıyorum, ardından da yorumumu ekleyeceğim:

---
Kesin bilimlerde, doğa bilimlerinde ve özellikle askerlik sanatında ilerleme pek çabuk oldu. Felsefe için aynı şey söylenemez. Düşüncelerini sözlü ya da yazılı olarak dile getiren yığınla filozof görüyoruz; ne var ki, çoğu, özellikle bireysel ahlak sorunları üzerinde durarak, kendilerinden önce gelenlerin öğretilerini sürdürüyor ve geliştiriyorlardı. Onlardan en tanınmışı Epikuros oldu.

İsa'dan önce aşağı yukarı 341-270 yılları arasında yaşayan Epikuros, materyalist Demokritos'un çömeziydi: Onun atomlar üzerindeki düşüncelerini tamamladı. Ne var ki, Epikuros, özellikle kişinin yaşamı üzerinde duruyor ve insan mutluluğunun özü ve ona ulaşma biçimine daha çok dikkatleri çeviriyordu. Epikurosçular, sosyal yaşama faal olarak katılmaktan kaçıyorlardı ve iç dünyalarındaki barışı bozmamak için 'göze çarpmadan yaşamak' çabasında idiler. Onların materyalist öğretileri, insanları tanrı ve ölüm korkusundan kurtarmak amacına dönüktü. Yüzyıllar sonra Karl Marx şöyle diyecektir bu felsefe hakkında: "Epikuros, İlk Çağ'da düşünceleri aydınlatmak isteyen tek kişi oldu... Bütün Kilise Babalarının, Plutarkos'tan Luther'e kadar herkesin gözünde Epikuros'un dinsiz ve tanrısız bir filozof diye ün kazanmasının nedeni budur."

Aynı bireyci eğilim, o devrin bir başka felsefe okulunda da görülüyordu: Stoacılar'da. Stoacılık akımının kurucusu, IV ve III. yüzyılların arasında yaşayan Kıbrıslı Zenon'dur. Öğrencileri arasında, hellenistik doğu kentlerinden gelenler çoğunluktaydı. Stoacılar felsefeyi üçe bölüyorlardı: ahlak, fizik ve mantık. Fizikte, dünyanın maddesel birliğini savuuyorlardı; özünde de dinamik bir öğe, ateş vardı bu birliğin. Yaşam, bir takım sert kanunlarla yönetilir ve daha önceden belirlenmiştir. Böylece görülüyor ki, başlangıçta, Stoacıların, Heraklitos'la Aristoteles'in öğretilerinden kaynaklanan fiziği - belli bir nokataya değin - maddeci idi. Ne var ki Stoacılar, asıl büyük önemi ahlaka veriyorlardı: Onlara göre, doğru ve mutlu yaşam sürebilmek için, insan, bilinçli olarak doğanın kanunlarına uydurmalıdır bu yaşamı. Dünyanın düzenli akışına akılcı ve faal katılış, insanın başta gelen ödevidir. Bu ödevi yerine getirmek erdemidir ki, gerçek mutluluğa götürür. Tersine, bireyin arzularını ve tutkularını doyurmak için, bu ödevi yerine getirmemesi ise kötülüktür. Ne var ki, ancak bilge mutludur: O gerçeği anlamıştır ve tutarlılık içinde yaşar çünkü; mutlak ruh barışına erişmiştir: Bu dünyanın acıları, önemsemediği için sarsmaz onu. Yoksulluk içinde zengindir, zincirler içinde özgür, hastalıklar ortasında da mutlu

Stoacıların sosyal ve siyasal görüşleri, geçmiş dönemin Isparta oligarşisini göklere çıkartan ve Atina demokrasisinden tiksinen demokrasiye karşı çevrelerin görüşlerinin bir yankısıdır çoğu kez. Ancak Stoacı öğreti, 'doğal hukuk'un bazı öğelerini de içeriyordu ki, bu daha sonra insanın her şeyden önce dünya yurttaşı olduğunu savunmaya götürdü onları; köleci devlet rejiminde, insan soyunun birliğini öğütlüyorlardı.
      ---

Yorumum: yine, taa ilk çağlarda, zamanın çok ötesinde bir düşünüş tarzı. bu da; insanın zihinsel felsefi gelişiminin, zamanla paralel olmak zorunda olmadığını gösteriyor, nitekim bu gelişmiş teknoloji medeniyet çağında hala ortaçağ zihniyetinden de geri düşünebiliyor bazı insanlar... bu metinde beni en çok etkileyen bölüm; bold'ladığınm kısımlar oldu. Sanırım, günümüzün dünyasında; acıların adaletsizliklerin eşitsizliklerin hala hüküm sürdüğü bir devirde, insanın mutlak huzuru ve mutluluğu yakalamasının anahtarı veriliyor... yaşama faal katılan insan, ama onun getirdiği acı ve mutsuzluklardan paralize olmayan ve mutsuz olmayan, bilegeliği içinde yakalayan insan... tüm zincirlere engellere rağmen, sonsuz ruhunun sonsuzluğunda; özgürlüğüne enginliğine mutluluğuna erişebillen; ne hastalıkların, ne zincirlerin, ne engellerin, ne maddi yoksullukların onu engelleyemediği insan. bu da ancak, bilgelikle mümkün. bilgelikle bakmadıkça, insan zenginlikte mutlulukta özgürlükte bile tutsak. burada bir sır gizli; insanın, tutsaklıkta özgür olabilmesinin sırrı. bilge olmak için kendini hayattan soyutlayan değil, aksine bilgelikle hayata faal katılan insan... bana ilham oldu bu felsefe ve günümüzden ne kadar önce bir dönemde ifade edildiğini görmek de bana bir kez daha; insanın, dünyanın kendi etrafında ve güneş etrafında dönme sayısıyla paralel bilgeleşmediğini gösterdi. her devirde her çağda her dönemde, parlak bilge bakış açısı var... her rengin olduğu dünya, istediğin rengi seç o gün için, veya ömrün için, yeter ki dünyayı tek nota tek ses tek renk yapmaya çalışanların maşası olma veya onlardan olma... ezgini bul, ritmini bul, ahenkle coş dans et oyna katıl bağır, "durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır" - ancak, bilge olarak - ... İlave olarak; Stoacıların insanın her şeyden önce dünya yurttaşı olduğunu binlerce yıl öncesinde savunmaları da, dünya barışı birliği ideasının ne kadar da eskilere dayandığını gösteriyor; ne yazık ki insan egosu, zihniyeti ve ruhu; insanı ayırmaya kutuplaştırmaya, bölmeye, yok etme motivli ilerlemeye doğru gelişti, Stoacılarınki gibi hümanist evrensel felsefe, sadece minör bir felsefe olarak kaldı, günmüz dünyasına bakarsak da bunu anlayabiliriz. orda bir yer var uzakta, orası barış dolu, çok renkli çok sesli ama bir'lik dolu dünyanın olduğu gelecek, orayı görüyorum, aynı stoacıların gördüğü gibi; hiçbir izm'le kalıplaştırılıp korkutulmamış bir yer, kalplerin birleştiği bir yer, orayı görüyorum ve ben hep orada yaşıyorum, ayaklarım dünyada olsa da kalben hep oradayım.

18 Temmuz 2014 Cuma

Orfizm-Mysteria hk.

Geçen haftalarda birgün, Server Tanilli'nin, 'Yüzyılların gerçeği ve mirası - İnsanlık Tarihine Giriş' adlı kitap serisinin 'İlk Çağ' adlı 1.Cilt kitabına göz gezdirirken, Orfizm adlı dinle ilgili bilgi dikkatimi çekti. 'izm'le biten kelimeleri pek sevmem gerçi; çünkü kısıtlayıcı kalıplayıcı bulurum, hep 'izm'ler statik kalıplı düşünmeye yol açtığı için. özgürlüğe bile 'özgürizm' dense neredeyse o bile özgür kalamayacak gibi... geçmişte ve günümüzde 'izm'li görüşler çok ve onlar da tarihi açıklıyor bazen. Bu İlk Çağ kitabındaki bölümü aktarıyorum, çünkü dünyada köleliğin ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü, taa ilk çağlarda, Yunanistan'da 'eşitlik' diye bir görüş çıkabilmiş, tabii ortaçağ onları kuma gömmeye çalışsa da. bu; insanlığın bilgeliğinin yüzyıla, teknolojiye, bilgiye bakmadığını; özümüzde tüm doğruların zaten olduğunu ve onları açığa çıkarmak için aslında tüm yetilere sahip olduğumuzu gösteriyor... tabii insanlık, eğitimle ve yanlış düşünüşle de bozuluyor; ki ilkçağı takip eden ortaçağ karanlığında görüyoruz bunu... işte, kitaptan alıntıladığım bölüm (birazcık kesinti yaptım), alıntıdan sonra da yorum yazacağım. :
---

Dinde Gizemcilik

Herkesin katıldığı törenler, dinden, bir yaşam kuralı isteyen ve ölümden sonraki yaşamları için de bir güvence bekleyen müminleri tam anlamıyla doyurmuyordu. Orfizm ve Mysteria'ların başarısını buna bağlamak gerekir. Neydi bunlar? Orfizm, kurucusu olan efsanevi bir kişiden, Orfeus'tan alıyor adını.

Yunan mitolojisinde çok içli bir öyküsü vardır Orfeus'un: Şarkılarıyla bütün doğayı etkiler ve büyülermiş. Karısı Euridike'nin ölümüne dayanamamış, ölüler ülkesi Hades'e gidip onu geri vermelerini istemiş. Acıyıp vermişler gerçi; ancak, onunla beraber yeryüzüne çıkıncaya değin arkasına dönüp Euridike'ye bakmamayı şart koşmuşlar. Ne var ki, bu koşulu yerine getirememiş Orfeus, dayanamayıp bakmış. Bakmış ve sevgilisini de kesin olarak yitirmiş böylece.   

Orfeus'un ve sonra Orfizm'in söylediği şuydu: Ruh ölümsüzdür. Bedende hapsolmuş durumda bulunan ruh, ölümle bundan kurtulacak ve tanrılarca muhakeme edilecektir; büyük mutluluğa ise, bedenden bedene göçerek yaşayacağı birçok yaşamlar süresince, erişecektir. Günahlarından arınarak ve ancak öteki dünyada.

Tanrılarla ilişki kurduklarına inanılan orfik rahipler, büyüsel gizli yöntemlerle insanlığı mutluluğa ulaştırmaya çalışırlardı. Kendinden geçme, coşku ve sonunda tanrı Dionysos'la birleşme, orfik gizemsel törenlerin amacıydı. Çilecilik de bir öğe olarak beliriyordu.

Aslında çilecilik, geniş halk yığınlarının iktisadi ve sosyal koşullar yüzünden çekmekte oldukları çileyi kurumlaştırıyordu. Acı çeken insan yığınları bu dinde, çektikleri acıyı ölümden sonraki mutlulukları için geri sayma, kendilerinin de bir gün mutlu olabileceklerine inanma, dayanışma bilinci edinme, gizemsel törenler sırasında kendilerinden geçerek çektikleri acıları ve yoksulluğu unutma yoluyla, dünyadaki yaşamlarında en büyük avuncu bulmaya çalışıyorlardı. Özellikle köleler, ruhlarının, efendilerine ait bulunan ve bu yüzden bir ömür boyu acı çeken bedenlerinden çıkıp rahat edeceği ve özgürleşeceği anı sabırsızlıkla beklemişlerdir.

Orfizm, soyluların dünya görüşünü temsil eden mitolojiye karşı, köylülerin ve kölelerin dünya anlayışını temsil etmektedir. Bundan dolayıdır ki, orfik dinin mitolojiye taban tabana zıt öğeleri vardır. Örneğin, mitolojiye göre, ölümden sonraki yaşam, dünyadaki yaşamın bir süregelişidir; Orfizmdeyse, dünyada çile çekilir ve ancak dünyada ölümden sonra mutlu bir yaşama erişilir. Mitolojide ölümden sonraki yaşam bedenlidir; Orfizmdeyse, beden dünyada kalır ve yalnız ruh öbür dünyada yaşamayı sürdürür. Mitolojide güçsüzlükten güçlülüğe doğru ve en üstte en güçlülerin bulunduğu bir sıra düzeni vardır; Orfizmdeyse tüm insanlar birbirine eşittir. 

Orfik dinde, sonradan Hristiyanlığın alıp geliştireceği, ruhun öbür dünyadan düşerek bedendeki varlığı meydana getirmesi gibi temel dinsel öğeler de bulunmaktadır.

Orfizm, İsa'dan önce 8.yüzyılda oluşmuştur.

Sır anlamına gelen Mysteria, eski Yunanlıların hemen bütün dinsel yaşamlarını adlandırır aslında.

Mysteria'larda sözkonusu olan, insanı tanrısal yetkinliğe yaklaştırmaktadır; ta ki insan, tanrıların yapıldıkları doğaüstü tözü kendinde sindirebilsin ya da tanrısal sonsuzlukla kaynaşıp bunun içinde yok olabilsin. Bu eğilimin çağımızdaki adı, mistizm'dir; yani ruhun insanlığı aşıp tam anlamıyla tanrılığa yükselmesidir.

---

yazının devamı vardı ama bu kadarını ekledim. inanmadığım yer çok, neredeyse hepsi diyeceğim inanmadığım yerler; ancak, 'tüm insanların eşit' olduğu düşüncesinin, taa İsa'dan önce 8. yüzyılda bile ortaya çıkabilmesi (dini unsurlu olsa da) , insanlığın eşitlik kavramını ta o zaman bile dile getirebildiğini gösteriyor. Tabii, eğer bu bilgi uyduruk değilse, çünkü tarih de çok saptırılmış çok uyduruk şeyler eklenmiş; taa İsa'dan önce 8. yüzyıldaki bilginin kalması da pek inandırıcı değil. Ama yine de bir olasılık olarak paylaşıyorum, İlk Çağ ile ilgili bölümde hep savaş kölelik varken eşitlik kavramının ilk izleri buydu galiba, ve Yunanistan'dan çıkmış. Yıllar sonra onca savaştan soykırımdan sonra, Eşitliğin önemini anladı insan, ama taa ilk çağlarda eşitlik üzerine kurulsaydı dünya (dini görüş olarak demiyorum, sosyal ekonomik düzen olarak diyorum), şimdi çok daha barış dolu olabilirdi dünya. Ama nasıl kişisel hayatlarımızda, geçmişte yapılan hatalara bile bakıp, "... iyi ki olmuş onun sayesinde şu oldu..." diye baktığımıza göre, dünya tarihine de, "bu kadar savaş acı olmasaydı geçmişte, belki şu anda eşitliğin barışın değerini bilemeyecektik..." gibi yorumlar yapsak daha yapıcı olur gibi. Sadece, savaş kölelik dolu ilkçağ kitabında, eşitlik'li bu yazıyı görünce (katılmadığım yerler de olsa) paylaşmak gerek diye düşündüm, bilginin kesinliği kanıtlı olmasa da.