İlk çağlardaki Hellenistik Uygarlık ile ilgili bölümdeki, Felsefe ve Edebiyat başlıklı bölümden alıntılıyorum, ardından da yorumumu ekleyeceğim:
---
Kesin bilimlerde, doğa bilimlerinde ve özellikle askerlik sanatında ilerleme pek çabuk oldu. Felsefe için aynı şey söylenemez. Düşüncelerini sözlü ya da yazılı olarak dile getiren yığınla filozof görüyoruz; ne var ki, çoğu, özellikle bireysel ahlak sorunları üzerinde durarak, kendilerinden önce gelenlerin öğretilerini sürdürüyor ve geliştiriyorlardı. Onlardan en tanınmışı Epikuros oldu.
İsa'dan önce aşağı yukarı 341-270 yılları arasında yaşayan Epikuros, materyalist Demokritos'un çömeziydi: Onun atomlar üzerindeki düşüncelerini tamamladı. Ne var ki, Epikuros, özellikle kişinin yaşamı üzerinde duruyor ve insan mutluluğunun özü ve ona ulaşma biçimine daha çok dikkatleri çeviriyordu. Epikurosçular, sosyal yaşama faal olarak katılmaktan kaçıyorlardı ve iç dünyalarındaki barışı bozmamak için 'göze çarpmadan yaşamak' çabasında idiler. Onların materyalist öğretileri, insanları tanrı ve ölüm korkusundan kurtarmak amacına dönüktü. Yüzyıllar sonra Karl Marx şöyle diyecektir bu felsefe hakkında: "Epikuros, İlk Çağ'da düşünceleri aydınlatmak isteyen tek kişi oldu... Bütün Kilise Babalarının, Plutarkos'tan Luther'e kadar herkesin gözünde Epikuros'un dinsiz ve tanrısız bir filozof diye ün kazanmasının nedeni budur."
Aynı bireyci eğilim, o devrin bir başka felsefe okulunda da görülüyordu: Stoacılar'da. Stoacılık akımının kurucusu, IV ve III. yüzyılların arasında yaşayan Kıbrıslı Zenon'dur. Öğrencileri arasında, hellenistik doğu kentlerinden gelenler çoğunluktaydı. Stoacılar felsefeyi üçe bölüyorlardı: ahlak, fizik ve mantık. Fizikte, dünyanın maddesel birliğini savuuyorlardı; özünde de dinamik bir öğe, ateş vardı bu birliğin. Yaşam, bir takım sert kanunlarla yönetilir ve daha önceden belirlenmiştir. Böylece görülüyor ki, başlangıçta, Stoacıların, Heraklitos'la Aristoteles'in öğretilerinden kaynaklanan fiziği - belli bir nokataya değin - maddeci idi. Ne var ki Stoacılar, asıl büyük önemi ahlaka veriyorlardı: Onlara göre, doğru ve mutlu yaşam sürebilmek için, insan, bilinçli olarak doğanın kanunlarına uydurmalıdır bu yaşamı. Dünyanın düzenli akışına akılcı ve faal katılış, insanın başta gelen ödevidir. Bu ödevi yerine getirmek erdemidir ki, gerçek mutluluğa götürür. Tersine, bireyin arzularını ve tutkularını doyurmak için, bu ödevi yerine getirmemesi ise kötülüktür. Ne var ki, ancak bilge mutludur: O gerçeği anlamıştır ve tutarlılık içinde yaşar çünkü; mutlak ruh barışına erişmiştir: Bu dünyanın acıları, önemsemediği için sarsmaz onu. Yoksulluk içinde zengindir, zincirler içinde özgür, hastalıklar ortasında da mutlu
Stoacıların sosyal ve siyasal görüşleri, geçmiş dönemin Isparta oligarşisini göklere çıkartan ve Atina demokrasisinden tiksinen demokrasiye karşı çevrelerin görüşlerinin bir yankısıdır çoğu kez. Ancak Stoacı öğreti, 'doğal hukuk'un bazı öğelerini de içeriyordu ki, bu daha sonra insanın her şeyden önce dünya yurttaşı olduğunu savunmaya götürdü onları; köleci devlet rejiminde, insan soyunun birliğini öğütlüyorlardı.
---
Yorumum: yine, taa ilk çağlarda, zamanın çok ötesinde bir düşünüş tarzı. bu da; insanın zihinsel felsefi gelişiminin, zamanla paralel olmak zorunda olmadığını gösteriyor, nitekim bu gelişmiş teknoloji medeniyet çağında hala ortaçağ zihniyetinden de geri düşünebiliyor bazı insanlar... bu metinde beni en çok etkileyen bölüm; bold'ladığınm kısımlar oldu. Sanırım, günümüzün dünyasında; acıların adaletsizliklerin eşitsizliklerin hala hüküm sürdüğü bir devirde, insanın mutlak huzuru ve mutluluğu yakalamasının anahtarı veriliyor... yaşama faal katılan insan, ama onun getirdiği acı ve mutsuzluklardan paralize olmayan ve mutsuz olmayan, bilegeliği içinde yakalayan insan... tüm zincirlere engellere rağmen, sonsuz ruhunun sonsuzluğunda; özgürlüğüne enginliğine mutluluğuna erişebillen; ne hastalıkların, ne zincirlerin, ne engellerin, ne maddi yoksullukların onu engelleyemediği insan. bu da ancak, bilgelikle mümkün. bilgelikle bakmadıkça, insan zenginlikte mutlulukta özgürlükte bile tutsak. burada bir sır gizli; insanın, tutsaklıkta özgür olabilmesinin sırrı. bilge olmak için kendini hayattan soyutlayan değil, aksine bilgelikle hayata faal katılan insan... bana ilham oldu bu felsefe ve günümüzden ne kadar önce bir dönemde ifade edildiğini görmek de bana bir kez daha; insanın, dünyanın kendi etrafında ve güneş etrafında dönme sayısıyla paralel bilgeleşmediğini gösterdi. her devirde her çağda her dönemde, parlak bilge bakış açısı var... her rengin olduğu dünya, istediğin rengi seç o gün için, veya ömrün için, yeter ki dünyayı tek nota tek ses tek renk yapmaya çalışanların maşası olma veya onlardan olma... ezgini bul, ritmini bul, ahenkle coş dans et oyna katıl bağır, "durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır" - ancak, bilge olarak - ... İlave olarak; Stoacıların insanın her şeyden önce dünya yurttaşı olduğunu binlerce yıl öncesinde savunmaları da, dünya barışı birliği ideasının ne kadar da eskilere dayandığını gösteriyor; ne yazık ki insan egosu, zihniyeti ve ruhu; insanı ayırmaya kutuplaştırmaya, bölmeye, yok etme motivli ilerlemeye doğru gelişti, Stoacılarınki gibi hümanist evrensel felsefe, sadece minör bir felsefe olarak kaldı, günmüz dünyasına bakarsak da bunu anlayabiliriz. orda bir yer var uzakta, orası barış dolu, çok renkli çok sesli ama bir'lik dolu dünyanın olduğu gelecek, orayı görüyorum, aynı stoacıların gördüğü gibi; hiçbir izm'le kalıplaştırılıp korkutulmamış bir yer, kalplerin birleştiği bir yer, orayı görüyorum ve ben hep orada yaşıyorum, ayaklarım dünyada olsa da kalben hep oradayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder