13 Aralık 2014 Cumartesi

ben ve uçan atım

benimle uçan atım
yeleleri kanatlara dönüşür
beyaz siyah tüyleri
havaya göre renk değiştirir ve
dağları aşarız ve yıldırımları kasırgaları aşarız
uçan atımla
birlikte yapamayacağımız yoktur
imkansız bilmeyiz
her yere gideriz
ben ve uçan atım
birlikte bir olur
evrenin serüvenlerine katılırız
acıyı tatlıyı yaşarız
ulaşılamaz yer yoktur bizim için
gidilemez yer yoktur
yapılamaz şey yoktur bizim için
imkansız nedir bilmeyiz
ben ve uçan atım
gerçekliklerin arasında gezinir
zamanların geçişlerinde gezinir
zamanda geçmişte gelecekte şimdide var oluruz
gerçeği koklar
sevgiyi yoklar
bilinmeyenleri keşfederiz
yalanlardan nefretten kötülüklerden beraber kanatlanır uzaklaşırız
görünmeyenleri bilinmeyenleri keşfe dalarız uçan atımla
göklerde süzülür
yerin altına iner suların üzerinde dibinde yüzeriz
kuş olur balık olur insan olur ağaç çiçek oluruz
uçan atım ve ben
bir oluruz ve keşiflere yol alırız
hüznü de tadarız melankoliyi de huzuru da
yalnızlığı da
üzüntüyü de
mutluluğu da beraber tadarız
bazen yudum yudum
bazen kana kana içeriz
yaşamın sularından
sonra çağlayarak nehir olur vadilerin üzerinden akarız
kanallar yollar açarız imkansızlıkların imkana dönüşmesine destek oluruz
uçan atım ve ben
süzülür gideriz
bazen kaybolur bazen ortaya çıkarız
bazen görünürüz gösteririz bazen saklarız
koruruz
koşarız
yaşarız
doğarız
yeşeririz
çiçek açarız filizleniriz
coşarız bağırırız
severiz
ben ve uçan atım


karanlık savaşçısı

geceleri düşlerde de göklerde de yollarda da
çıkar karşıma nefretin öfkenin vahşetin zulümün pisliğin hançerleri
ve kılıcımla yumruğumla savaşırım
her biriyle teker teker
toplu geldiklerinde de
teker teker geldiklerinde de
aynen gerisin geriye giderler
onları sonsuza kadar karşıma çıkmayacak hale getiririm
gelir karanlıklar her gece her gece
hançerli kötülükler
ve her biriyle savaşırım
ve her birini bozguna uğratırım
öfkem yumruklarıma dönüşür ve üfleyerek rüzgara dönüşür
öfke rüzgarımla savururum hepsini
ateş çıkar ellerimden hepsini yakarım
sonra etrafı göz yaşlarımın sularıyla yıkar
sonra her yeri bereket topraklarıyla örterim
her gece
karanlık savaşçısı olur
gündüzleri gözlerimi huzurla açabilirim
böylece her sabah dünya biraz daha temiz uyanır
temizlenmiş olarak kötülükten pislikten bir gün boyunca biriken
gecelerin detoksifikasyoncusuyum
tüm gün dünyayı kirleten ruhların yaptıklarını dönüştürmekle uğraşırım
tüm gece düşlerde yerde gökte
kılıcımla yumruğumla rüzgarımla ateşimle
savaşırım
karanlık savaşçısıyım
ve sağım solum arkam önümde bana destek yok sanarken
onları fark ederim
yumruklarımın
ateşlerimin rüzgarlarımın neden güçlü olduğunu anlarım
ve asla yalnız bir savaşçı olmadığımı
çünkü karanlığın görünmez savaşçıları benimle birlikte savaşır
o yüzden bir yumruğum bin yumruğa bedeldir
bir ateşim ise yangınlara
bir üflemem dev dalgalara yol açan kasırgalara bedeldir
çünkü yalnız olmadığımı anlarım
görünmez savaşçılarımla
karanlık savaşçısıyım
her gece, güne hazırlarız dünyayı
uyanabilsin diye yine huzurla
ben ve görünmez ekibim
karanlık savaşçısıyız

5 Aralık 2014 Cuma

karanlıklar



karanlıklarda kalan ruhlar
çevirirse dünyayı
kaçırmak almak götürmek ister iyiyi ışığı sevgiyi
kıskançlıkların kötülüklerin merkezinde kalmış ruhlar acımasızca sürüklemek ister girdabına saflığı masumluğu iyi niyeti ve onurlu erdemli şerefli ve kudretli gücü,
yüzlere yansır kötülükler ki
ayırt edebilirim onları,
ne kadın erkek dinlemez karanlıklar herkesi alıp götürür...
kalbimi öyle bir sakladım derinlere,
hiçbir güç onu götüremiyor yanında...
paylaştığım evrenimde paylaşılamayan öyle nadide şeyler var ki,
ona hiçbir anahtar kilit link ulaşamıyor,
ve ona layık olabilecek kimse veya kimseler var ise
karanlıklardan kendini sıyırabilmiş,
onadır-onlaradır sunacığım sevgim,
hak etmiyor çünkü dönek ve kirli dünya sevgimi;
çünkü onu ya güce ya oyuna dönüştürmeye çalışıyor.
bencillikleri egoları çözümledim ki.
ve 'ben'  de demeyi de öğrendim artık 'biz' ile birlikte veya 'biz'siz
ve 'bana' demeyi de öğrendim;
çünkü 'ben'inizin hakkını vermedikçe,
ondan yararlanmak ister karanlık ruhlar ve
karanlıklarına sizi de sokmak isterler...
ve önce 'ben'inizle var olmadıkça,
karanlık ruhların zindanlarında kaybolabilirsiniz;
önce kendinizi 'ben'inizi var etmelisiniz ki;
ne karanlıklar ne de ego tuzakları ne de kendine güçlere ulaşmak için sizi alet edenler sizi kandıramazlar artık.
isteğim düşsün maskeler;
karanlıklar göstersin gerçek yüzlerini ki hepsini görüyorum artık,
kaba bakınca içini görmeyi öğrendim şeffaf olmasa dahi kap
ve kanmıyorum artık karanlıkları pislikleri örttüğünüz süslü hoş görselliklere.
pis yüzlüde gerçek iyi niyeti, "güzel" yüzlüde pis niyeti de görüyorum,
ve gerçek güzel yüzlüyü de anlıyorum ruhu güzelse...
alıp götürmek ister kötülükler şeytanlıklar tüm masumiyeti iyi niyeti ve kudreti yanında
ama bilmezler ki,
bir ışığın gücü, trilyonlarca karanlığa bedeldir.
bir küçük mum ile, tüm boşluğu kaplayan karanlık ruhların üzerine çağlayabilirsiniz.
geliyorlar üstüme karanlıklar ve kaçıyorlar benden gerisin geriye
çünkü gerçek kalkanım var artık
ve gerçeği gören ruhum.
hayat bana önce güvenmeyi ve sevmeyi öğretti ve sonsuz sevgimi paylaşmayı;
ama sonra gördüğüm sırttan bıçaklamaya çalışmalar bana savaşmam gerektiğini öğretti ve de güvenmemeyi; güvenimi de sonsuz sevgimi de ruhumun derinliklerinde gizli kutumda saklamayı öğretti...
çünkü savaşılan dünya burası; henüz sevmeyi bilememiş.
sevmeyi öğretmek bana mı kalmış?
hayır, sevgimi hak edene sunarım.
bu beni sevgisiz yapmaz; sevgi paylaşıldıkça büyüse de;
haketmeyene verilen sevgi büyümek yerine yakar her yeri ve küllerini savurur etrafa ve karanlıklara dönüşür her yer...
önce 'ben' ol, sonra herkes ol veya sevdiklerin ol
yoksa herkes paylaşmak ister seni doğumgünü pastası gibi veya oyuncakları olursun güç oyunlarının ve güç savaşlarının...
karanlıklar sarmış dünyayı
mum da olsam güneş de fark etmiyor, ışığımın gücü ne olursa olsun ruhumda;
kalkanım var artık ruhumda eskisinden daha güçlü bir kalkan.
maskeli balo dünyası burası, sahtelik dolu ;
maskeyi çıkarınca ise, ruhunuza ateş etmek isteyenlerle dolu.
barışı sevgiyi hoşgörüyü iyiyi öğrenemiyor bir türlü...
çok az sayıdayız çok az sayıda ruhu ışıklı sevgi'li olanlar çok az sayıdayız
ama 1 iyi bedeldir 100bin kötüye
ve doğru ve iyi ve gerçek ,
eninde sonunda kazanır
çünkü futbol da, film de, hikaye de son ana kadar şekil değiştirebilir,
ve korkutan karanlıklar;
beyaz ve rengarenk ışıltılara parıltılara dönüşebilir
kavganın nefretin  egonun ve anlamsız güç savaşlarının sesi çok çıkıyorsa da, o ses sahtedir.
gerçeğin sesi sonsuzdur ve asla kesilmez ki
karanlıklar da dönüşür eninde sonunda


1 Aralık 2014 Pazartesi

kurtuldum

kurtuldum
beni nasıl gördüğünüze odaklanmaktan
yargılarınıza önem vermekten kurtuldum
yanlış anlaşılmayı ve nasıl algılandığımı umursamak da yok kitabımda artık
kendimi anlatmaya veya ispat etmeye harcayacağım zamanlar kadar kaybedecek zamanım yok
gidiyorum yelkenlimle özgürce sürüyorum yelkenlimi rüzgarımla denizimle ezgimle ruhumla
ve ister takip edin ister yargılayın ister yanlış yorumlayın isterseniz algılayabilin anlayabilin
bunu önemseyecek ve buna önem verebilecek kadar kaybedecek zamanım ve an'ım yok;
kurtuldum bu yükten ve anlamsız zaman kaybından,
zaten beni algılayabilenlerle olurum ruhsal veya bilişsel dost
ve o kudrette bir şahıs olabilir sevgili eşim
gülüp geçin veya algılama kapasitesinde olamayın
bu beni enterese etmez;
çünkü sosyolojik kalıplardan da kurtuldum
ve bu tür magazinsel etiketlemelerden de
çünkü benim gibi ve beni algılayabilen insanlar da var
ve onlardan değilseniz üzgünüm,
kendimi size anlatmaya çalışacak kadar vaktim yok
kaybedecek zamanım yok
zamanımı daha değerli ve verimli ve üretken şeylere harcıyorum artık
ve böylece de harcanmış olmuyor zaten, anlamını bulmuş oluyor.
kurtuldum bu zaman kaybından ve bunun için de mutluyum.

özgur bakabilir misin


sana baktığımda bana bakarken
gördüm ki ayakkabılarımın markalarına da baktın,
giysilerimi inceledin, ve elimdeki telefonumun markasına ve arabamın markasına da baktın...
özgür düşünebilir misin,
hani diyelim uzaydan düşmüş olsan dünyaya da bana öyle bakıyormuş gibi olsan;
sadece estetik zevkinle değerlendirebilsen ayakkabılarımı da giysilerimi de
ve telefonumun markası da anlamsızlaşır ve hatta arabamın markasının bile anlamı kalmaz
daha da devam edeyim,
kullandığım sözcükler, terimler anlamını yitirir...
sadece hislerimi, niyetlerimi algılamaya başlardın o zaman...
deneyebilirsin özgür düşünmeyi.
erkek mı kadın mı çocuk mu genç mi yaşlı mı yetişkin mi olduğumdan da öteye gidebilirsin o zaman
ki geçici dünyasal estetik gözlükleri de dünyada öğrenilmiş kavramlar da olmaz gözlüklerin;
ruhu tanıyıp algılayınca ve hisleri,
cinsiyetin ve sosyo kültürel gerçekliklerin ötesine geçebilirsin...
yazılarımdaki şiirlerimdeki kelimelerin de ötesine geçebilirsin,
anlamda var olabilerek, niyette var olabilerek
yargılamadan ötede olan
sadece ortak anlamda buluşabilmek üzere...
özgür düşünebilir misin,
ırkın cinsiyetin kültürün ve benzeri dünyasal kategoilerin ötesine geçebilir misin
konuşma dilinin de ötesine...
insan olmanın bu olmadığını düşünüyorum;
zihninde oluşturulmuş ve sana dayatılmış kategori ve algı zincirlerinin ve dayatmalarının ötesine geçebilir misin
zaten onlara sahipsin, merak etme kaybetmezsin;
peki onlardan bir anlık vazgeçebilsen,
görüp duyup hissedip algılayabileceklerinin ne olduklarını merak etmiyor musun...
'insan' olmanın; bazı öğrenilmiş insani ortaklıkların ötesinde bir yerlerde olduğunu söylesem
acaba bi anlığına da olsa
özgür bakabilir misin

tonu ayarlamak ezgiyi bulmak

dünyanın dayattığı gerçekliklerin hepimizi sürüklemek istediği yerler var;
rüzgarda bile daha olasıdır erişmek kaderimizdeki vadilere;
ancak günümüzün kaotik gerçeklikleri, özünüzdeki kendinizdeki varlığınızdaki eşsizlikleri veya özellikleri ortaya çıkarıp kendi tonunuzu bulmanıza ezginizi bulmanıza engel gibi; yargılamalar, etiketlemeler ve belirlenmiş kategorilere dahil etmeye çalışamalar; sosya kültürel olarak da ruhsal olarak da karaktersel olarak da...
oysa ne nadide bir çiçeksiniz doğru suyunu doğru ışığını arayan ve doğru tonuyla ezgisiyle şakımak isteyen yeryüzünde de evrende de ve bu şansınızı değerlendirmek istersiniz dünyanızdaki bu yolculuğunuzda; ve dünyasal hiçbir gerçeklik bunu engelleyemez engellememeli;
6'lı 4'lü aynı bardak takımları gibi insanlığı birbirinin aynı yapmak isteyen hızlı ve kaotik gerçeklik dünyasında kaybolmanız işine gelir bazı kimselerin hani o bazı kimseler ki doğanın armonisindeki çok sesliliği de çok renkliliği de hazmedemezler ve doğaya da herşeye de hükmetmeye kalkarken ince ruhları zedeleyebilirler ve dünyanın yerkürenin ve üzerindeki insanların bulmaya çalıştıkları öz ezgilerine tek bir nota ile veya bir çizikle müdahale etmeye kalkabilirler...
ne olursa olsun, hangi şartlarda olursa olsun, hangi durumda ve gerçeklikte olursa olsun; eğer istersek kendi öz sesimizle şakımayı ve kendi öz bestemizle var olmayı; buna hiçbir güç engel olamaz; hatta aksine, isteyince akar sular size rüzgarlar da ve sizin için öter kuşlar da; yeter ki mahkum olmayın girdaba herkesi bir yere sürükleyen ve teslim olmayın sesinizi de renginizi de kısmaya çalışanlara ve rengarenk boya paletlerinde kendiniz için seçtiğiniz renkleri karalayanlara veya bestenizi oluştururken ona engel olmaya çalışanlara;
yeter ki isteyin tonunuzu ayarlamayı ve ezginizi bulmayı, o zaman kimse engel olamaz ve gerçeklikler sadece size destek olmaya ve yardım etmeye çalışırlar.... kaotik gürültüde bile var olabilirsiniz bu şekilde...
bir de not: başkasına öğüt de sevmem nasihat da; yazdıklarım kendimedir aynı zamanda.

kıskanmam ki

ne başkalarının kocalarını
ne başkalarının başarılarını
ne süslü şatafatlı giysileri, pabuçları, yaşamları
ne son model arabaları ne de antikalarını
kıskanmam ki

hayallerimin dallarına benim yerine konanları
kıskanmam ki
yeni dallar yaparım onun yerine her zaman yenilenen

sevdiğimin gözlerine benim yerime bakanları
kıskanmam ki
beklerim benim bakışıma hasret sevgilinin gözlerini onun yerine düşlerden gerçeğe dönecek olan gözlerini

kıskanmam ki
gitmek istediğim yerlere benden önce gidenleri
onun yerine beni bekleyen bana hasret yerleri keşfe dalarım

kıskanmam ki
en'leri
en çokları en iyileri en güzelleri en özelleri en en en enleri
bir de boy'lara bakarım derim onun yerine
terminolojiimde yer almadığı için en'ler artık
başka bir boyuttayım ki onun boy'undayım, uzun boyla bile erişelemeyen

kıskanamam kıskananmam ki
geçti benden öyle hisler artık ki hiçbir zaman da gerçekten var olamamıştı aslında
ve sınanmaya test edilmeye de gerek yok
zaman kaybı olur bu sadece
yeni boyutumda, böyle kavramlara yer yok ki

ve davet ederim sizleri de
kıskanma ve benzeri kavramların geçerliliğini yitirdiği yeni boyuta
oradaysanız da karşılaşırız zaten
yeni kavramların yaratılmasını bekleyen diyarlarda
geçerliliğini yitirdiğinde kıskançlık ve tüm türevleri de...

kıskanmam, kıskanamam ki
anladım çünkü anlamımı
ve anlamı
herkesin başka bir gerçeği olduğunu ve kendi ayakkabıları olduğunu
ki hepsinin eşsiz olduğunu
başkasının gerçekliğini kıskanmanın imkansız olduğunu bu anlamda
verilmişken bir hayat hikayesi yaratma şansı her birimize,
kıskanamayız ki


incinme

incittiler mi seni,
yapraklarını mı kopardılar
sözlerini çarpıtıp kuma mı gömdüler ifadelerini
duygularının ezgilerini mi susturdular
kaos dünyası ve hız dünyası götürdü mü ince duyarlılıklarını hislerini
götürürken geçmişi gelecek yanında
incittiler mi anılarını da
kopardılar mı yeni açan çiçeklerini taze dallarını filizlerini
çölde buzulda dağda yapayalnız mı kaldın
götürürken yeni dünya eski dünyayı yanında
sevgileri ilgileri umutları ince ruhları da mı götürdü yanında
sözler düşler dönüştü mü küllere

işte o zaman düşün ki küller de düşer topraklara
ki o topraklar
daha neler doğurmuştur
yeniden doğurur umutlarını, sevgilerini
ki o topraklar yeşertir solanları
ki o topraklar umuttur yeniden yaşama, yeni tomurcuklara

kavgaya gerek yok ki
korkuya gerek yok ki
incinsen de incinmez bir yanın
ve o yanına dokunup
o yanına ulaştığında
incinemeyen yanına
tüm götürdüklerinin orada olduğunu göreceksin

29 Kasım 2014 Cumartesi

kim yok edebilir ki

yok etmeye çalıştılar;

sözleri fikirleri
kitapları
besteleri
resimleri
anıları
hisleri

yok etmeye çalıştılar
duyguları
azmi çabayı inancı erdemi onuru şerefi

yok etmeye çalıştılar
insan olmanın anlamını

yok etmeye çalıştılar
gerçekleri
gerçeklerin izlerini
kanıtları, kalıntıları

yok etmeye çalıştılar
ruhları,
özellikle de ince ruhları
ve daha da özellikle en ince ruhları

yok etmeye çalıştılar
aklı başa getiren sözleri
gerçekleri hatırlatan kavramları yapıtları

yok etmeye çalıştılar
doğayı
insanı
hayvanı
temiz havayı

hala da yok etmeye çalışıyorlar
ancak evrenin kuralında olduğu gibi;
bazı şeyler yok edilmeye çalışıldıkça büyüyorlar
ve yokluktan doğuyor bazı şeyler

o yüzden korkmamanı istiyorum
yokluktan da
yok edilmeye çalışılmaktan da...

yok'lar var ediyor bazen ve yokluk'lar

korkacak bir şey yok
korkmadıkça geliyor gücün de yardımın da çünkü

varlık ancak daha fazla var edebiliyor
ve çoğalabiliyor
ve yok'landığında "yok'um" diyenlerin sesi kısılmıyor
'yok' sanılsan da aldanma da takma da
çünkü varlığının sesini kıssalar da
önemli olan senin onun sesini duyman
ve sessizliklerde bile sesini yakalaman

o yüzden
korkma
susma
çünkü var'sın ve yok etmeye çalışsalar da,
izin vermediğin müddetçe yok olmazsın
hatta yok olduğunu sandığında bile
buna izin verdiğini sansan dahi,
kendini sandığından ötesi zaten buna izin vermez

kanatların kırık da değil
ve hiçbir şey onları kıramaz
zaten kırıldıkça da, görünmeyenleri kanatlanır ve sen onları görmesen de,
onlar seni her zaman kanatlandırır

ve duymak istediğinde ötelerdeki sesini,
sessizlikte de gürültüde de;
zaten onu her zaman duyduğunu hatırlaman yeterli;
ruhunun derinliklerinde
bu sebeple;
yokluğun varlığında veya varlığın yokluğunda kalmazsın asla.

gördün mü,
korkacak hiçbir şey yokmuş aslında
işte bu 'yok' olan sadece;
korkacak hiçbirşey 'yok'

kim yok edebilir ki?

varlık sadece var eder
ve yok etmek yerinde dönüştürür....

yok etmeye çalıştılar veya çalışıyorlar hala...
kim yok edebilir ki?

varlık hep var eder

ve o yerde
bir yerlerde
yok sanılanlar veya yok edildikleri sanılanlar
var olurlar



Mutluluğu Aramak

mutluluğu aradın;

önce başkalarının sana bakarkenki göz bebeklerinde
sonra başkalarının alkışlarında
sonra sevgilinin ilgisinde
sonra başarının övüncünde

sevginin huzurunda aradın
kedinin köpeğinin çocuğunun sevgisinde
aşkın yüceliğinde aradın mutluluğu

bazen bir şişedeki içkide
bazense bir çift şık ayakkabının zarifliğinde aradın mutluluğu

hayal dünyanın keşfedilmemiş köşelerindeydi bazen mutluluk
ki bir film bir kitap bir ezgi götürebilirdi seni o diyarlara
ya da bir hayalin götürebilirdi

iz bırakmaktı mutluluk bir yerlerde;
ya tarihte ya da bir zihinde
ya da izini duvarlara yazdın ya da günlüklerine
hatta kum tanelerinin üzerlerinde bilsen de dalgalar onu sürükleyecek

hep biterdi mutluluk
alkışlar da biterdi
ilgiler de
sevgiler de
dalgaların sildiği gibi zaman da siler miydi izleri

ve...

silinmeyen mutluluğu aramaya koyuldun

geçmeyen
kalan
nerede, ya kalpte ya ruhta
o kalıcı mutluluk

herkesin farklı bir yerde bulduğu o kalıcı mutluluğu bulduğunu söyledin;
'hayat, biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir' sözünde olduğu gibiydi mutluluğun anlamı sende;

mutluluğun senin için gerçek mutluluğun kalıcı mutluluğun;
ne alkışlarda ne ilgilerde ne de iz bırakmakta olmadığını öğrendin hayat hikayenden,
senin için mutluluk;
kalıcı mutluluk:
hiçbir amacın, alkışın, ödülün, olmadığı bir yerdeydi
yalnızlığın da öğretti bunu sana acıların da;
başarıların da öğretti başarısızlıkların da;
yaşadıkların da yaşayamadıkların da; ve
şaheserlerin yaratımının amaç olmadığını öğrendin,
onları yaratabilecek kıvama gelmenin de olmadığını öğrendin mutluluğun;
öğrendin ki gerçek ve kalıcı mutluluğu sana
hiçbir sevgili, hiçbir aşk, hiçbir şarkı, hiçbir başarı veremezdi asla:
hayatın gizli küçük mesajlarını çözebildiğinde ve bulmacada kendine düşen payı hissettiğinde hissettin gerçek mutluluğun doyumunu;
sihirin, anlamın, burada gizli olduğunu keşfettin.

ve sakladın bulduğun bu gerçeği ruhunun küçük bir köşesinde.

salıyorum bu küçük kutudaki gizemi boşluğa,
ve bu küçük mutluluk rüzgarının;
mutsuzlukta saplanmış kalanların başlarındaki ağır engeli hafif bir esintiyle bir anlık da olsa kaldırabilmesini diliyorum;
aradıkları mutluluğu bulabilmeleri için;
kendi sihirlerini ve mutluluk tariflerini yaratabilmelerine ilham olması için.

bana nereden geldiyse küçük esinti,
ve aradığım mutluluğun cevabını bulmama yardım ettiyse,
ben de yolluyorum onu kendi mutluluğunun tarifini arayanlara...





12 Ekim 2014 Pazar

anlamsız güç savaşları

insanlığın evrimleşmesinde bir dönem vardı ki insanlar aralarından bazılarını Tanrılaştırdılar, onları güç timsali yaptılar... sonra tek tanrılı dinlerin istilasıyla insanlık kendisinin Tanrı olduğu düşüncesinden soyutlanıp kendinden ötede varlıklara tapındı ve aracı yaptı ya peygamberi ya meleği ya putu ya büyücüyü medyumu falcıyı... geldiğimiz bugünkü noktada insanlık ilk çağ Tanrıcılığına merak sardı yine... hangi dinden veya dinsizlikten veya inanıştan olursa olsun, teknolojik aletler aracılığıyla veya sınırsız internet boşluğunda yarat bir facebook profil, at bi twit, yaz bi blog, söyle bi dilek, bak isteklerin gerçek olsun; ya da ol bi şirket sahibi ya da genel müdürü, ver emirleri... insanlık, doğaya hayvana hükmettikçe, ya da hükmettiğini sandıkça baktı ki gerçekten güçlü, ve başladı yine güç savaşları... birbirini yönetmekten haz duyan insanlar topluğu olduk dünya üzerinde. ben de geçtim bu yoldan, amacım güç elde etmek değildi belki de, egomu tatmin etmek miydi, ilgi sevgi toplamak isteği miydi fark etmez; şu an geldiğim noktada, insanlığın bugünkü acınası halini izlemekteyim. ve bunun da bir aşama olduğunu düşünüyorum evrimleşmemizde. filmlere bakarsanız; özellikle de fantastik filmlere; uçan kaçan vuran yaratıkımsılar görürsünüz; matrixde her istediğini yapan neo'yu görürüz kurtarıcı rolünde, büyücü çocuk filmleri harry potter serilerin de izledik, ve binbir çeşit fantastik filmde işlenen de bu; üstün gel, yönet, gücü topla. dedim ya ben de geçtim bu yollardan, ben de haz aldım o filmleri izlemekten, peki haydi bakalım şimdi şu sorular nasıl yanıtlanabilir acaba; diyelim oldun bi ülkenin başkanı, sonra da oldun tüm ülkelerin başkanı; veya oldun büyüük bir manevi lider, ya da oldun her istediğini yapan bir büyücü; ooo herkes hayran sana, her istediğini veya herkesin her istediğini yapabiliyorsun, ya da reklamcı-şirket sahibi-vb işlerinde, insanları manipüle etmekten hoşlanıyorsun ve paralar kazanıyorsun karşılığında servetler; paralarla oyunuyorsun... sonuç ne; hadi bakalım sonuçlara: para di mi en çok istediğin tamam diyelim dünya serveti senin oldu; her yer senin oldu, yatlar, katlar, araziler, adalar, denizler, hımm tamam. ne olmuş? ne yapacaksın, sadece daha fazla konfor. açıl diyince açılan buzdolabı, içi ev gibi lümuzin, konforlu uçaklar, ... servet işte. hımm demek sadece biraz daha konfor. tamam diyelim insanları da yönetebiliyor ve istediğini yaptırabiliyorsun; sanki tüm insanlık ordun da sen de baş komutanı gibi. pöh, valla bi bilgisayar oyunuyla da bu duygu tatmin edilebilir. konfor duygusunu da bir gün bir milyon yıldızlı bi otelde kalarak tatmin edebilirsiniz. yani demek istediğim güç sahibi olma arzusu ve sonuçları, bir insanın bir günde yaşayıp tatmin olabileceği bir duygu. hıı bi de sonsuzluk merakı var; hayır ruhlar zaten sonsuz, dünya üzerinde sonsuz olmayı kim ister ki; binbir gerçeklik varken, sadece dünya üzerine sıkışıp burada mı sonsuz olmak istiyorsunuz, valla çok şey kaçırıyorsunuz o zaman. diyelim uzun yaşadın çok sağlıklısın dünyada; hıı bu demektir ki daha fazla patates kızartması yiyebilceksin, daha çok sevişeceksin, daha çok film izleyecek kitap okuyacak daha çok seyahat edebileceksin. demek istediğimi anladınız mı.. dünyada doğup yaşamayı; konfor, güç, haz sahibi insanlar olmaya indirgeyen bir düzendeyiz. bu ilizyonu kırabilenler var elbette. demek istediklerimi çok genişleterek özden uzaklaşmak istemiyorum; özetlemek istediğim, bu dünyada deneyimleyeceklerimiz, kendimize yaptığımız katkılar; bi elimizi şıklattığımızda gerçekleşen hayallerle sınırlı değil, bunlar çocukluk masallarında bolca hissedildi zaten. anlam, bundan daha derin. burası, güç savaşlarında olan insanlar topluluğu gibi görülebilir; doğaya hayvana da hükmetmeye çalışan insanlar sadece birbirine değil; ancak gidişattaki güç savaşlarına kendinizi gerçekten kaptırıp kaptırmak istemediğinizi de kendinize bir sorabilirsiniz. ben sordum; şimdi de soruyorum ve istediğim bu değil. hayatın doğduğumuzdan beri bize dayattığı egosal gerçeklik bu olabilir; ama anlamın daha derinlerde olduğunu fark ederseniz ya da yaşamınız size bunu bir şekilde fark ettirirse, o zaman sizinle buluşmuşum demektir; ilizyonu kıranlar, sesini bulanlar, anlamı keşfedenler topluluğunda. ve dileğim, amacım; gerçek anlamı bulanları bulmam ve onlarla dostluğumu, arkadaşlığımı sürdürmem; eğer kaldıysa dünya üzerinde onlardan... güç savaşında kaybolmamışları kastediyorum... güç savaşlarını izleyen, anlamsız bulan ve bu girdapta kaybolmamışları kastediyorum... ya da benim gibi, o girdaba girmiş ama sıyrılmış şans eseri ya da ruhunun yol göstericiliğiyle... evet, bir gerçeklikteyiz dünya üzerinde, almış başını gitmiş güç savaşaları; ilk çağ Tanrıcılığını oynamaya meraklı herkes; anlamı yüklemiş hükmetmeye sahip olmaya yönetmeye elde etmeye; bu düzenin parçasıysam da, oynuyorsak da bir rol bir isim bir soyad bir cinsiyet bir aile bir iş bir hobi birkaç evcil hayvan bir çevre muhit şehir ülke belli gerçeklikler ve güç savaşı düzeninde hem ekonomik hem sosyal hem ruhsal olarak; anlamı yakaladım, anlamı hissediyorum; ve hangi düzen ve gerçeklik gelir geçerse de olsun tınımı bulmaktan ve oyuncuların geçici düzenlerin içinde bile anlamımla kalabilmekten mutluyum. güç savaşlarını anlamsız buluyorum ama bu gerçeklikleri değiştirme misyonlarını da geride bıraktım çünkü bu da başka bir güç savaşından başka birşey değil. var oluşun ve anlamı bulmanın tınısındayım ve herkesi anlıyor ve kimseyi suçlamıyor yargılamıyorum... sadece günümüzün anlamsız güç savaşlarının farkına vardım ve anlamımı bulmamla aynı vakitlere rastladı. yazımı bitirirken, ne bir dilek diliyorum ne de bir istek, sadece mutlu olduğumu paylaşmak istiyorum; ve eğer siz de anlamsızlıkta anlamını bulmuş bir şahıssanız, merak etmeyin mutlaka sizinle de buluşuruz.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

konuşan eşyalar

bloga film senaryosu konuları ekliceğim, bu senaryo konuları zenginleştirilip filmleştirilebilir normal film gibi veya animasyon filmi olarak. zaman zaman aklıma konular geliyor, onları filmleştirmeye kalksam çok vakit alacak, ileride yapsam da o zaman başka konular aklıma gelir belki. zaman aşımına uğratmadan konuları paylaşayım, birilerinin kulağına takılırsa veya ilham arıları binbir çiçekten bal toplarken, benim blogun bu bölümüne uğrarlarsa, çok yetenekli senaryocular yönetmenler onları binbir renkle süsleyip harika şaheserlere dönüştürebilir. rüyalarımdan da ilham alırsam bu etiket altında yani 'film senaryosu konuları' başlığı altında onları da eklerim.

bugün aklıma gelen konu şu: bi çocuk erkek çocuğu, çok küçük de değil; rüyasında eşyaların konuştuğunu görür, uykusundan uyanır hemen çok korkmuştur. korkacak bişey yok tabii bunda, ama o kaldıramaz bu kadar çok eşyanın konuşup durmasına, sonra banyoya koşar elini yüzünü yıkamaya ve küçük aynası onunla konuşmaya başlar, "ne oldu sana" der ayna. "ne var korkacak, niye öyle bakıyorsun, neyin var, heyy kendine gel... nereye gitti her günkü sevimli surat?" bizim velet şaşkınlıktan uçacaktır neredeyse; yoksa hala rüyada mıdır, saate bakar, yoo hayır; sonra anne babasının odasına bakar, ordalar. tamam rüyada değilim. peki ayna niye konuştu benimle?! o anda anlar ki, ayna uykuda değil belki de. eşyalar da bizimle uyuyorlar mı ki... sonra elini havluya uzatır ve havlu der; "üff bu saatte hiç silmemiştin elini, ne oldu kötü rüya mı gördün?" bizim ufaklık anlamıştır olan biteni, anlamıştır ki rüyası gerçek olmuştur, eşyalar onunla konuşmaktadır. uykuya dala ona uykular dileyen yastığı yorganıyla birlikte. içinden "uyuyayım belki sabaha her şey düzelir, ya da bu saçmalık sürerse de bişeyler düşünürüm" der.

sabah olduğunda bizim velet uyanır uyanmaz etrafına bakar bakalım ses veren olacak mı diye; o da ne ; tüm oda konuşmaktadır. saat, oyuncaklar, pencereler, kapı, dolaplar, çekmeceler, masa, posterler, laptop, telefonu... hepsi sabah sohbetindedir (tamam bu kısımlar toys'lu filme benzedi). -lütfen susun der bizim ufaklık. biraz daha yüksek sesle tekrar eder... evet tüm odadki eşyalar duymuştur onu ve 'susun lütfen' e susarak cevap verirler... o anda bizim velet, bu seslerle nasıl baş edebileceğini keşfetmiştir bir sabah cinliği sayesinde. eşyalar isteklere olumlu cevap verebiliyorlarmış demek ki. bu işe çok sevinir... ama onu gün boyunca ne maceralar beklemektedir.... şimdilik bundan kimseye bahsetmeme kararı alır sabah zekası ona yardım eder bu taktikle. çünkü ona kimsenin inanmayacağını bilecek kadar gerçek katı dünyayı tanımaktadır ve zamanını sevdiği şeylerle uğraşmak yerine aptal doktor bekleme odalarında hastanelerde okul rehberlik öğretmeninin odasına geçirmeyi tercih etmez elbette. 'bunların hakkından gelebilirim' der.

annesi kahvaltıya çağırmaktadır; giyinip hemen iner kahvaltıya. her zamanki yiyecekler ama tabii tabaklar, masa, tüm mutfak eşyaları yine sohbette... yine küçük bir rica ile susturur onları... zaten konuşan yiyecekleri yemek de ne korkunç bişi olur; canlı hayvan yemek gibi olur yapamaz bunu. tamam çok iyiliksever görünmeyebilir bizim ufaklık ama konuşan yiyecekleri onlar konuşurken midesine indiremeyecek kadar da yüreğinde insanlık vardır elbette, küçük erkek çocuğu insanlığı şiddetinde.

okul servisine bindiğinde bakar ki pek ses yok; yani arkadaşlarının kıyafetleri, çantaları onunla konuşmuyor; anlamıştır ki, başkasıyla bağı olan eşyalar onunla konuşmayabilir; çok sevinir ve düşünür, tamam o zaman pek de zor değil durumum. serviste her zaman yanına oturduğu kız arkadaşının yanına yine oturur ve o da ne, kız arkadaşının kafasındaki toka onunla konuşmaya başlamaz mı... sonra arkadaşının elindeki defterin ona bişiler fısıldadığını görür. oradan anlar ki; sevdiği insanların eşyaları da onunla konuşuyor olabilir. yani, arasında bağ olan kişilerin eşyalarının seslerini de duyabiliyordur. içinden kız arkadaşının tokasına: "seni saçına takan arkadaşım hakkında ne düşünüyorsun" diye sorar. tokanın cevabı ilginçtir: "onu elbette seviyorum, o da beni seviyor; ama üzüldüğüm ne biliyor musun, ona beni annesinin hediye ettiğini hep unutuyor". bizim velet arkadaşına döner ve: "tokanı sana kim aldı çok güzelmiş" der. arkadaşı duraksar, "ne önemi var ki, toka işte" der. "ama önemli... araya biri girmeseydi belki onunla tanışamayacaktın..." arkadaşı ona tuhaf tuhaf bakarak der ki: "iyi misin, tokanın cansız olduğunu unutuyorsun galiba. bugün tuhafsın gerçekten. altı üstü bi toka işte. bak istersem elime alır kırarım onu, hiçbişi de hissetmez. kendine gel lütfen, eğer bu kadar duygusal olursan bu dünya seni yer bitirir. kaçıncı yüzyıldayız... biz bu konuşmayı yapana kadar şu anda dünyada kaç milyon twit atıldı, kaç milyon e-mail atıldı, kaç milyon data transferi yapıldı internette, kaç bebek doğdu, kaç kişi öldü... altı üstü bir tokaya bu kadar odaklanma derim ; sen de böyle düşünüyor olmalısın, yoksa benim arkadaşım olmazdın zaten; yoksa ben 1000 yıl öncesinin romantik devrinden fırlamış zaman tünelinden ışınlanmış biriyle mi konuşuyorum, lütfen bana yanıldığımı söyle sevgili arkadaşım" "tamam tamam ıııı dün ııı bi film izlemiştim de onun etkisinde kalmış olmalıyım..." diye cevap verir ufaklık. tokaya bakar ve küçük sevimli toka susmuştur.

servisten inip okula vardıklarında ve dönüşünde.... geçen birkaç hafta içinde.... bizim velet çok şey keşfeder; eşyalarla iletişim kurmayı öğrenmiştir; evet iletişim diyorum çünkü sadece onlar konuşmamakta, onun sorularına da cevap vermektedirler, sohbet de etmektedirler onunla. ama konuşmayan eşyalar olduğunu da görmüştür; bu, genelde kötü davranılan, değer verilmeyen eşyalardır. kendini görev edinir; boş zamanlarında çöplere atılan eski eşyaları oradan çıkarıp temizler boyar sonra onlar tekrar konuşana dek onlarla vakit geçirir. ailesi olan bitene pek anlam veremez. büyük anne ve babası onu takdir ederler; iyi bir uğraş edindiğini söylerler. anne-babası ise oğullarını iyi tanıdıkları için baya şaşkına uğramışlardır, bu değişimin sebebini anlayamazlar. ama bizim velet hiç fire vermez, kimsenin olan biteni anlamasını istemez, zaten kimse de anlayamaz ki, herkes dünyasal gerçekliklerde yaşamaktadır. bir gün filmlerin-rüyaların hayata karışabileceğine kim inanabilir ki... ara sıra kullanılmış eşya satan dükkanlara uğrar ve oralarda tamir edip boyadığı bu eski eşyaları onlara satar; kazandığı parayla da, bu mağazalarda konuşmayan eşyaları alır sonra onları konuşturuncaya kadar onlarla an'ları paylaşır. yine arkadaşlarıyla vakit geçirir, oyun oynar, ödevlerini yapar okula gider ; ama daha duyarlı biri haline gelmiştir. zamanla ilginç birşey olur; arkadaşlarının arttığını, daha çok arandığını fark eder, okulda da daha çok sevilmeye başlamıştır. her derdi olan arkadaşı ona yaklaşmaktadır, üzülen ona gelmektedir, mutlu olanlar da mutluluklarını onunla paylaşmak istemektedir. Ailesi, hem telefon rehberi kabaran, hem de giderek daha çok sevilen bir çocuk haline gelen bizim velet konusunda şaşkınlık içindedir. yolda yürürken sokaklardaki hayvanlar bile onun peşine takılır olmuştur, kuşlar o yürürken kafasının üstünde daireler çizmektedir... eşyalarla iletişimini öyle geliştirmiştir ki, istemediği zaman hiçbir eşya onunla konuşmamaktadır, bilirler ki o anda rahatsız edilmemek istemektedir.

Yıllar geçer ve bizim velet büyür de büyür ve bu özel yeteneği daha doğrusu doğanın ona bu ilginç hediyesi de hep sürer ; ama o, dünyaya bunu açıklayıp ünlü veya milyarder olmak yerine, bu sırrı hep saklar; böylece her şeyi paraya çeviren kötü kalpli berbat ruhlu dünya, bu yeteneğini kirletemez. ve meslek olarak ne mi edinir; evet üniversite eğitiminden sonra; 'dijital güçlenme' diye bir web sitesi açar ve orada, derdi olan herkesin derdini paylaştığı bir platform kurar; zamanla üyesi milyonları geçer; çünkü anlar ki dertsiz kimse yoktur; herkesin ruhundan o kadar anlar olmuştur ki; ve bu yeteneği ona eşyalarla konuşurken kazandırılmıştır. Hiçkimse, eşyalarla olan iletişimin, insanlarla olan iletişime yol açabileceğini inanamaz ; ama olay aslında sadece 'içsel empati ve sempati'yi öğrenebilmektir ve en savunmasız olan eşyalardan bu öğrenilince, ondan daha savunmasız kimse-hiçbişey olmadığı için, bu duygusal bağlantı onun her şeyle her insanla bağlantıda olabilmesini sağlamıştır. dijital güçlenme sitesinde milyonları geçen insanın ruhunu tamir ettikten sonra bizim velet artık basının ve dünyanın çok dikkatini çekmektedir; öyle bir an gelmiştir ki, sadece onun fotoğrafını görmeleri bile insanlara şifasal etkiler yapmaktadır. yıllarca insanlar ona ilginç adlar takarlar; kimi şifacı der, kimi büyücü der, kimi özel insan der, kimi empatik der.... ama o sırrını hep saklar ve yaşlandığında, torununa bu hikayeyi anlatır ve onun, dedesinin ölümünün ardından bu hikayeyi kitaplaştırmasını ister. işte hikaye böyle, ben onun torunuyum, yani bizim küçük veletin. bu yetenek bende de olabilir mi diye bekledim, eşyalara konuşup durdum ama cevap alamadım, sanırım bu sadece dedeme özel bir yetenekti, ama sonra anladım ki, her canlı cansız varlıkla iletişim kurabilmek için böyle sihirli bir yeteneğe sahip olmak gerekli değil. işin sırrı bu sihirsel yetenek değil, işin sırrı; 'anlamak' ve 'empatik olarak yaklaşmak' ; sihir bu iki kelimede ; ona ulaşılan sihirli yollarda değil, herkes farklı yollardan ulaşabilir.

bitti :-)

----

işte böyle bir hikaye çıktı, zenginleştirilerek harika fantastik filmler yapılabilir veya animasyon filmler....
sihirli, daha doğrusu 'anlayış'lı günler, yıllar....
sevgiyle...

doğadaki şekiller

doğada binbir şekil var ama bazı bilim adamlarının bu şekilleri incelemeye aldığını ve bazı paralellikler benzerlikler bulup onları anlamlandırmaya çalıştıklarını okumuştum ya da izlemiştim ya da buna benzer bi bilgiydi.

burada bahsedeceğim; dikkatimi çeken bazı şekiller.

öncelikle; güneşin, dünyanın, ayın şekilleri küremsi, yuvarlakımsı. o yüzden önceliğim bu şekil olacak :
hadi benzer şekillere bir bakalım:

meyvelerin çoğu yuvarlakımsı, küremsi : elma-armutun bazıları, kiraz-vişne, şeftali, erik, karpuz-kavun, üzüm, portakal-greyfurt, incir, daha bulunabilir...

sebzelerden de yuvarlakımsı, küremsi olanlar: patates, domates, soğan, turp, daha bulunabilir (meyvelerde daha çok yuvarlakımsı var)

bir de insana bakalım: yüz-kafa , popo , göbek, kadınların göğüsleri, el-ayak parmaklarımızın uçları yuvarlakımsı köşeli değil, diz kapaklarımız yuvarlakımsı ; iç organlardan da bulunabilir.

kabuklu yemişlerden; fındık ve ceviz yuvarlakımsı

----

bi de uzunlamasına şekiller var doğada;
ağaçlar uzunlamasına genelde. insanın burnu, erkeklik organı, parmaklar uzunlamasına.
meyvelerden; muz uzunlamasına. sebzelerden kabak, salatalık, havuç, biber uzunlamasına
kabuklu yemişlerden; fıstık-badem-çan fıstığı-çekirdekler uzunlamasına.

-----

dişi daha yuvarlak hatlı olduğu için; yukarıdaki yuvarlakımsıları dişi, uzunlamasına olanları da erkeksi ilan ediyorum :-)
elbette yuvarlak uzuvlar erkekte de var , burun parmaklar da kadınlarda da var.
ama yine de meyve-sebzelerin ve uzuvlarımızın da cinsiyeti olabilir diye düşündüm.

-----

tabii doğada binbir şekil var, şimdilik yuvarlakımsılarla uzunlamasılar dikkatimi çekti, daha sonra başka şekillere de değinirim; onlara cinsiyet benzetmesi yapmayabilirim tabii ki. ama yine de dünyanın şeklinden dolayı, yuvarlakımsı küre gibi şekillerde daha bi anlam yüklü gibi geliyor. yoruma açık hepsi. bu blogu okuyan olursa , yorum eklesin ne gibi şekiller bulduğu ile ilgili ; interaktif blog olsaydı keşke :( daha zenginleşirdi. blogun görüntülenme sayısı var baya, peki niye yorum yok o zaman. yorum bölümü etkin ama kitlesini genişletip google+ kullanıcıları yorum yapabilir diye genişleteceğim birazdan, ondan olabilir. lütfen bu blog yazısını okuyanlar, şekillerle ilgili bu konuda araştırma biliyorlarsa veya yorumları olursa yorum eklesinler. bu konudan bişiler keşfedilebilir gibi geldi, araştırmaya açık.

neyse, uzattım gene.
iyi geceler.



15 Ağustos 2014 Cuma

kazananların taktikleri

kazananlar deriz , bi kere kazanan neye kime göre kazanan?
şans oyunundan para kazanan biri o parayla satın aldığı arabayla kaza yaparsa ve başına işler açarsa bu kazanmak mıdır ? ya da üniversitede istediği yeri kazanan genç o bölümde okurken rahatsızlanırsa ve hayatı istemediği şekilde ilerlerse kazanmış mıdır hala? aşkta kazandığını düşünen genç sevgilisine kavuştuktan sonra şanssızlıklarla karşılaşırsa ve talihsizlik peşine bırakmazsa hala aşkta kazandım diyebilir mi?

bu gibi örnekler çoğaltılabilir ; o yüzden, hayattaki görünen sözde kazanmalara değinmeyeceğim çünkü kısa vadede ya da orta vadede kazandığını düşünenler çok fena çuvallayabildikleri gibi, hep kaybettiklerini düşünenleri büyük ve harika sürprizler bekliyor olabilir....

burada bahsedeceğim kazanma, sanki bir oyunda, maçta kazanma gibi kazanmalar için ; ya da bir hedef koyup onu başarmak istediğimizde o hedefe ulaşabilmek o hedefi başarabilmek gibi kazanımlar için. yoksa hayatta kazananlar dediklerimizin gerçekten kazanmakta olup olmadıkları, tamamen göreceli ve zamana ve bakış açısına göre değişken de olabilir.

yaşamdaki deneyimlerim, gözlemlerim ; hayatımdan ve başkalarının hayatlarından çıkarımlarım ; aldığım okuduğum öğrendiğim ve verdiğim tavsiyeler neticesinde olan bazı notlar ; geliştirilebilir, düzeltilebilir, güncellenebilir her zaman elbette ; bu yaşamda ne durağandır ki? ne değişmezdir ki? dedikleri gibi, aynı derede bir daha yıkanılmaz ki....

uzun lafın kısası; gelsin taktikler:

* kayıplarına kaybettiklerine odaklanma; odaklanırsan büyürler engele dönüşürler ; onları küçümse küçült ve o kayıplardan öğrendiğin deneyimleri büyült ; her kaybedişte çok değerli deneyimler dersler gizli ve onları madenden ancak yaşayan deneyimleyen çıkarabilir. kaybedişler olmasaydı dünyada hiçbir şey keşfedilemezdi. derler ya hatalar yoktur dersler vardır ; ben de diyorum : hatalar yoktur , sonuçlar vardır, nedenler vardır ; hataya neden olan şeyler keşfedilince ve onun yol açtığı sonuçların aslında sorun değil fırsat olduğu anlaşılınca ; eşsiz deneyime dönüşür hata ve sonuçları bataklıklara değil, zirvelere yol açar. zaten, her kaybedişte veya hatada veya kayıpta, keşfedilmeyi bekleyen evrenden harika bir hediye de gizlidir. o yüzden kaybetmeye inanmam. kaybettiğinize inandığınız anda yenilirsiniz. ve sizi yendiğinizi sananlar da kaybettiğinize inanmanızı isterler. kayıp değil, zafere giden atlama taşında olduğunuzu fark edip yenilmediğinize inandığınızda; hazine de kendini gösterir.

* inanç demişken, onun büyülü devasa gücünden bahsetmiştim eski bir blog yazımda. inanç deyince, sadece dinsel veya spiritüel inançlar değil kastettiğim. burada behsettiğim ; neye inanırsan o. güçlü olduğuna inanırsan güçlüsün , yetenekli olduğuna inanırsan yetenekli. bildiğine inanırsan bilirsin. bazılarında inancın gücü daha etkili olabilir; özellikle kendine inanan ve güvenenlerde elbette inandıkları daha da güçlü olacaktır. o yüzden, inanmaya kendine inanmaktan başlamakta fayda var.

* kazananlar, başkalarının onlar için ne düşündüğüne öncelik vermeyenlerdir. yani hareketleri, aksiyonları, eylemleri, davranışları ; öncelikle içsel'dir. elbette onlar da politik olmayı bilirler, yani ; sadece kendi istediğini yapayım derken yanlış imaja yol açmamayı da, aksiyonlarında nasıl algılanabileceklerini de hesaba katmayı bilirler ; yoksa özgürlük veya içsellik, fiyaskoya yol açabilir ; çünkü adada yaşamıyoruz ve sosyal varlıklarız.

* kazananlar ; ekip işinin gücünü bilirler. eksikliklerini, ekip takım çalışmasıyla kapattıkları gibi ; artılarını da ekip ile pekiştirebilirler. ancak ne zaman ekip çalışması ne zaman bireysel çalışmada olmaları gerektiğini de iyi bilirler ; ikisini karıştırmazlar.

* kazananlar ; fazla tevazu, fazla alttan almak gafletinde bulunmazlar. gayet özgüvenli oldukları gibi, iltifatı hediyeyi geri çevirmezler. böbürlü kaprisli görünürüm, ayıp olur, vb. gibi cümleler kurmazlar içlerinden ; evet; güzelim, akıllıyım, bilgiliyim, süperim derler hep kendilerine. dik dururlar, dik yürürler ; star edasında oldukları gibi, hafif şımarık da olabilirler ; erkek olanları aslan gibi dişi olanları kaplan gibidir.

* kazananlar av olmaz, avlanırlar.

* kazananlar, hedef koyar ve ona ulaşmak için zekalarına yeteneklerine güvendikleri gibi ; etkin de çalışırlar. aptalca çalışmazlar ; akıllıca çalışırlar: kısa zamanda çok iş yaparak, gereksiz şeylerle vakit kaybetmeyerek, ekipten ne zaman ve nasıl yararlanacağını bilerek, sağlıklı verimli molalar vererek. çok çalışmak değil ; etkin verimli çalışmak anahtardır. bazen çok da çalışılır ama etkinlik ve verimlilik bırakılmadan.

* kazananlar ; hedefe giden yoldaki küçük başarısızlıklara engellere takılmazlar ; hemen manevra alırlar , onun üstesinden gelirler ; daha da güçlenerek ilerlerler. örneğin futbolda ilk yarıda gol yerken, ikinci yarıda goller atarlar ; baskette, çok gerilerdeyken şahlanırlar ; teniste, ilk maçı vermişse diğer maçları alırlar ; örnekler çoğaltılabilir. hedefleri ; hedefe giden yol boyunca da kayıp vermemektir veya gol yememektir , ama bir gerileme olmuşsa, anında üstesinden gelirler demek istediğim.

* kazananlar ; konuşmayı da dinlemeyi de iyi bilir iyi yapar. dinlerken neyi alması gerektiğini bilerek akıllı sorular sorar , konuşurken de sorulara akıllı yanıtlar verir.

* kazananlar ; cin gibidir, uyanıktır, oltaya gelmez. kendini iyi korur. savunması güçlüdür.

* kazananlar ; kendine rakip almaz çoğu zaman. örneğin hedef sınavı başarmaksa, diğer sınava gireceklere odaklanmaz. hedef, koşuda rekorsa, diğer koşanlara bakmaz, rekoruna bakar. kendiyle yarışır, başkalarıyla değil.

* kazananlar ; kalabalığı dinlemez her zaman. kalabalıkta olsa da, ihtiyacı olanı alır duyduklarından. ne her duyduğuna inanır, ne her okuduğuna. iç sesine öncelik verir. seslerde kaybolmaz.

* kazananlar liderlerdir ; ama her liderin liderlerin de liderleri vardır. kimden neyi alacaklarını bilirler , tek kahramanları olmayabilir ; çünkü her kahramandan neyi alacaklarını bilirler. kendi eşsiz yemeklerini veya bestelerini veya yapıtlarını oluştururken, malzemesine hem kendi özgünlüklerinden koyarlar, hem de çevreden etraftan eskiden yeniden başkalarından aldıklarını koyarak yapıtlarını şaheserleştirirler.

* kazananlar ; kendilerini iyi tanırlar. eksilerini artılarını iyi bilirler. noksanlıklarını nasıl kapatabileceklerini veya geliştirip düzeltebileceklerini bildikleri gibi, artılarını da nasıl üste çıkarabileceklerini bilirler.

* kazananlar; iyi gözlemcidir. ve ne zaman gözlem yapmak, ne zaman gözlem yapmamak gerektiğini bilirler. oynarken de gözlemci, gözlemciyken de oyuncu olabilirler.

* kazananlar , onlara zarar verebilecek kişileri iyi tanırlar ve önlem alırlar. eğer tuzağa düşmüşlerse insan tanıma konusunda; bunu da deneyim haznelerine ekleyip ileri fiyaskoları önlerler.

* kazananlar ; yolun tümüne bakarlar ; haritanın hepsine bakarlar ; büyük plana bakarlar ; sonra küçük küçük adımlar atarlar. kat edilecek yolun çok olmasından paralize olmak yerine, küçük adımlarla kazanılan küçük zaferlerle ulaşılacak büyük zafere doğru ilerlerler ve bu küçük zaferlerden mutluluk duyarlar. böylece uzun yolculuklar, yarışlar zevkli hale gelir.

devam edecek, güncellenecek, ...








ben kimim

bazen güneşim ; bazen ay ; bazen yıldız
bazen dünya'yım ; bazen hiç bilinmeyen keşfedilememiş bir gezegen

bazen sen'im , bazen ben
bazen biz'im bazen siz
bazen o'yum bazense yok'um

bazen çocuk bazen genç
bazen bebek bazen cenin
bazen yaşlı bazen ağır başlı
bazen yetişkin bazen erişkin

bazen herkes, bazen hiçkimse
bazen herşey bazen hiçbirşey

bazen sessiz bazen kimsesiz
bazen olgun ve bilge bazen doyumsuz bir kütle

düşen uçuşan bir yaprağım dalından kopmuş savrulmuş
bazense sapasağlam kökleriyle dimdik bir çınar ağacıyım, dallarıyla da yapraklarıyla da sapasağlam

karıncayım sürüde, arıyım çiçekte, kuşum keşifte
kaplanım avda , aslanım dağda ,
balığım oltaya gelmeyen , kediyim sadece kendini beğenen

nadide bir gelincik ya da baştan çıkarıcı bir zambağım
kaktüsüm dikenleriyle ; gülüm hem acıtan hem seven ya da

dört duvar arasında da özgürüm
karanlıklarda ışığım ; ışıklarda ve yağmurda şemsiye

açılırım kapanırım
ağlarım gülerim
korkar anında güçlenirim

her acıdan büyür , her dertten kanatlanırım , sanmayın küçülürüm

küçükken büyük , büyükken de küçük olabilirim
ağlarken mutlu olup mutluyken ağlayabilirim

bilirim ama ona rağmen bilmiyormuşçasına da heyecanla öğrenirim

kaybolduğumu yok olduğumu sandığınızda ; bilin ki bir kalenin surlarını örmekteyim
gitti sandığınızda ; bilin ki gelmekteyim
kaybetti sandığınızda ; bilin ki zaferlerin haritasını çizmekteyim
duygularını yitirdi sandığınızda ; bilin ki hiç yaşanmamış bir duygunun tarifindeyim
yalnız ve kimsesiz sandığınızda ; bilin ki yalnızlıktaki çok sesliliği keşfetmekteyim
sesi çıkmıyor dediğinizde ; bilin ki en güzel bestemi yapmaktayım
çirkinleşti dediğinizde ; bilin ki gerçek güzelliğin sırrını keşfetmekteyim
sevgisiz kaldı sandığınızda ; bilin ki gerçek sevginin tanımını yapmaktayım
sömürüldü harcandı sandığınızda ; bilin ki verdiklerimin fazlasıyla bana gelmesini beklemekteyim
nefrete kapıldığımı sandığınızda ; bilin ki sadece öfke rüzgarıyla yola çıkabilen bir barış yelkenini üflemekteyim
beni bulamadığınızda ; bilin ki ben de bulunamayanları aramaktayım

beni anladığınızda, ben de sizi anlıyorum
beni suçladığınızda , ben de sizi suçluyorum

bana baktığınızda , ben de size bakıyorum
beni takip ettiğinizde , ben de sizi takip ediyorum

siz önümdeyken ben de sizin önünüzdeyim
siz arkamdayken ben de sizin arkanızdayım

bu kadar açıklamadan sonra bana yine sorarsanız sen kimsin diye,
derim ki, bu yazıda bahsettiklerim, ve daha sonra bahsedeceklerimim , ve kelimelerle tarif edemeyeceklerimim


















29 Temmuz 2014 Salı

Stoacılık hk.

Yine Server Tanilli'nin, 'Yüzyılların gerçeği ve mirası - İnsanlık Tarihine Giriş' adlı kitap serisinin 'İlk Çağ' adlı 1.Cilt kitabına göz gezdirirken, ilgimi çeken bir başka bölüm de şu oldu: (önce aynen aktarıp sonra yorumumu ekleyeceğim):

İlk çağlardaki Hellenistik Uygarlık ile ilgili bölümdeki, Felsefe ve Edebiyat başlıklı bölümden alıntılıyorum, ardından da yorumumu ekleyeceğim:

---
Kesin bilimlerde, doğa bilimlerinde ve özellikle askerlik sanatında ilerleme pek çabuk oldu. Felsefe için aynı şey söylenemez. Düşüncelerini sözlü ya da yazılı olarak dile getiren yığınla filozof görüyoruz; ne var ki, çoğu, özellikle bireysel ahlak sorunları üzerinde durarak, kendilerinden önce gelenlerin öğretilerini sürdürüyor ve geliştiriyorlardı. Onlardan en tanınmışı Epikuros oldu.

İsa'dan önce aşağı yukarı 341-270 yılları arasında yaşayan Epikuros, materyalist Demokritos'un çömeziydi: Onun atomlar üzerindeki düşüncelerini tamamladı. Ne var ki, Epikuros, özellikle kişinin yaşamı üzerinde duruyor ve insan mutluluğunun özü ve ona ulaşma biçimine daha çok dikkatleri çeviriyordu. Epikurosçular, sosyal yaşama faal olarak katılmaktan kaçıyorlardı ve iç dünyalarındaki barışı bozmamak için 'göze çarpmadan yaşamak' çabasında idiler. Onların materyalist öğretileri, insanları tanrı ve ölüm korkusundan kurtarmak amacına dönüktü. Yüzyıllar sonra Karl Marx şöyle diyecektir bu felsefe hakkında: "Epikuros, İlk Çağ'da düşünceleri aydınlatmak isteyen tek kişi oldu... Bütün Kilise Babalarının, Plutarkos'tan Luther'e kadar herkesin gözünde Epikuros'un dinsiz ve tanrısız bir filozof diye ün kazanmasının nedeni budur."

Aynı bireyci eğilim, o devrin bir başka felsefe okulunda da görülüyordu: Stoacılar'da. Stoacılık akımının kurucusu, IV ve III. yüzyılların arasında yaşayan Kıbrıslı Zenon'dur. Öğrencileri arasında, hellenistik doğu kentlerinden gelenler çoğunluktaydı. Stoacılar felsefeyi üçe bölüyorlardı: ahlak, fizik ve mantık. Fizikte, dünyanın maddesel birliğini savuuyorlardı; özünde de dinamik bir öğe, ateş vardı bu birliğin. Yaşam, bir takım sert kanunlarla yönetilir ve daha önceden belirlenmiştir. Böylece görülüyor ki, başlangıçta, Stoacıların, Heraklitos'la Aristoteles'in öğretilerinden kaynaklanan fiziği - belli bir nokataya değin - maddeci idi. Ne var ki Stoacılar, asıl büyük önemi ahlaka veriyorlardı: Onlara göre, doğru ve mutlu yaşam sürebilmek için, insan, bilinçli olarak doğanın kanunlarına uydurmalıdır bu yaşamı. Dünyanın düzenli akışına akılcı ve faal katılış, insanın başta gelen ödevidir. Bu ödevi yerine getirmek erdemidir ki, gerçek mutluluğa götürür. Tersine, bireyin arzularını ve tutkularını doyurmak için, bu ödevi yerine getirmemesi ise kötülüktür. Ne var ki, ancak bilge mutludur: O gerçeği anlamıştır ve tutarlılık içinde yaşar çünkü; mutlak ruh barışına erişmiştir: Bu dünyanın acıları, önemsemediği için sarsmaz onu. Yoksulluk içinde zengindir, zincirler içinde özgür, hastalıklar ortasında da mutlu

Stoacıların sosyal ve siyasal görüşleri, geçmiş dönemin Isparta oligarşisini göklere çıkartan ve Atina demokrasisinden tiksinen demokrasiye karşı çevrelerin görüşlerinin bir yankısıdır çoğu kez. Ancak Stoacı öğreti, 'doğal hukuk'un bazı öğelerini de içeriyordu ki, bu daha sonra insanın her şeyden önce dünya yurttaşı olduğunu savunmaya götürdü onları; köleci devlet rejiminde, insan soyunun birliğini öğütlüyorlardı.
      ---

Yorumum: yine, taa ilk çağlarda, zamanın çok ötesinde bir düşünüş tarzı. bu da; insanın zihinsel felsefi gelişiminin, zamanla paralel olmak zorunda olmadığını gösteriyor, nitekim bu gelişmiş teknoloji medeniyet çağında hala ortaçağ zihniyetinden de geri düşünebiliyor bazı insanlar... bu metinde beni en çok etkileyen bölüm; bold'ladığınm kısımlar oldu. Sanırım, günümüzün dünyasında; acıların adaletsizliklerin eşitsizliklerin hala hüküm sürdüğü bir devirde, insanın mutlak huzuru ve mutluluğu yakalamasının anahtarı veriliyor... yaşama faal katılan insan, ama onun getirdiği acı ve mutsuzluklardan paralize olmayan ve mutsuz olmayan, bilegeliği içinde yakalayan insan... tüm zincirlere engellere rağmen, sonsuz ruhunun sonsuzluğunda; özgürlüğüne enginliğine mutluluğuna erişebillen; ne hastalıkların, ne zincirlerin, ne engellerin, ne maddi yoksullukların onu engelleyemediği insan. bu da ancak, bilgelikle mümkün. bilgelikle bakmadıkça, insan zenginlikte mutlulukta özgürlükte bile tutsak. burada bir sır gizli; insanın, tutsaklıkta özgür olabilmesinin sırrı. bilge olmak için kendini hayattan soyutlayan değil, aksine bilgelikle hayata faal katılan insan... bana ilham oldu bu felsefe ve günümüzden ne kadar önce bir dönemde ifade edildiğini görmek de bana bir kez daha; insanın, dünyanın kendi etrafında ve güneş etrafında dönme sayısıyla paralel bilgeleşmediğini gösterdi. her devirde her çağda her dönemde, parlak bilge bakış açısı var... her rengin olduğu dünya, istediğin rengi seç o gün için, veya ömrün için, yeter ki dünyayı tek nota tek ses tek renk yapmaya çalışanların maşası olma veya onlardan olma... ezgini bul, ritmini bul, ahenkle coş dans et oyna katıl bağır, "durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır" - ancak, bilge olarak - ... İlave olarak; Stoacıların insanın her şeyden önce dünya yurttaşı olduğunu binlerce yıl öncesinde savunmaları da, dünya barışı birliği ideasının ne kadar da eskilere dayandığını gösteriyor; ne yazık ki insan egosu, zihniyeti ve ruhu; insanı ayırmaya kutuplaştırmaya, bölmeye, yok etme motivli ilerlemeye doğru gelişti, Stoacılarınki gibi hümanist evrensel felsefe, sadece minör bir felsefe olarak kaldı, günmüz dünyasına bakarsak da bunu anlayabiliriz. orda bir yer var uzakta, orası barış dolu, çok renkli çok sesli ama bir'lik dolu dünyanın olduğu gelecek, orayı görüyorum, aynı stoacıların gördüğü gibi; hiçbir izm'le kalıplaştırılıp korkutulmamış bir yer, kalplerin birleştiği bir yer, orayı görüyorum ve ben hep orada yaşıyorum, ayaklarım dünyada olsa da kalben hep oradayım.

18 Temmuz 2014 Cuma

Orfizm-Mysteria hk.

Geçen haftalarda birgün, Server Tanilli'nin, 'Yüzyılların gerçeği ve mirası - İnsanlık Tarihine Giriş' adlı kitap serisinin 'İlk Çağ' adlı 1.Cilt kitabına göz gezdirirken, Orfizm adlı dinle ilgili bilgi dikkatimi çekti. 'izm'le biten kelimeleri pek sevmem gerçi; çünkü kısıtlayıcı kalıplayıcı bulurum, hep 'izm'ler statik kalıplı düşünmeye yol açtığı için. özgürlüğe bile 'özgürizm' dense neredeyse o bile özgür kalamayacak gibi... geçmişte ve günümüzde 'izm'li görüşler çok ve onlar da tarihi açıklıyor bazen. Bu İlk Çağ kitabındaki bölümü aktarıyorum, çünkü dünyada köleliğin ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü, taa ilk çağlarda, Yunanistan'da 'eşitlik' diye bir görüş çıkabilmiş, tabii ortaçağ onları kuma gömmeye çalışsa da. bu; insanlığın bilgeliğinin yüzyıla, teknolojiye, bilgiye bakmadığını; özümüzde tüm doğruların zaten olduğunu ve onları açığa çıkarmak için aslında tüm yetilere sahip olduğumuzu gösteriyor... tabii insanlık, eğitimle ve yanlış düşünüşle de bozuluyor; ki ilkçağı takip eden ortaçağ karanlığında görüyoruz bunu... işte, kitaptan alıntıladığım bölüm (birazcık kesinti yaptım), alıntıdan sonra da yorum yazacağım. :
---

Dinde Gizemcilik

Herkesin katıldığı törenler, dinden, bir yaşam kuralı isteyen ve ölümden sonraki yaşamları için de bir güvence bekleyen müminleri tam anlamıyla doyurmuyordu. Orfizm ve Mysteria'ların başarısını buna bağlamak gerekir. Neydi bunlar? Orfizm, kurucusu olan efsanevi bir kişiden, Orfeus'tan alıyor adını.

Yunan mitolojisinde çok içli bir öyküsü vardır Orfeus'un: Şarkılarıyla bütün doğayı etkiler ve büyülermiş. Karısı Euridike'nin ölümüne dayanamamış, ölüler ülkesi Hades'e gidip onu geri vermelerini istemiş. Acıyıp vermişler gerçi; ancak, onunla beraber yeryüzüne çıkıncaya değin arkasına dönüp Euridike'ye bakmamayı şart koşmuşlar. Ne var ki, bu koşulu yerine getirememiş Orfeus, dayanamayıp bakmış. Bakmış ve sevgilisini de kesin olarak yitirmiş böylece.   

Orfeus'un ve sonra Orfizm'in söylediği şuydu: Ruh ölümsüzdür. Bedende hapsolmuş durumda bulunan ruh, ölümle bundan kurtulacak ve tanrılarca muhakeme edilecektir; büyük mutluluğa ise, bedenden bedene göçerek yaşayacağı birçok yaşamlar süresince, erişecektir. Günahlarından arınarak ve ancak öteki dünyada.

Tanrılarla ilişki kurduklarına inanılan orfik rahipler, büyüsel gizli yöntemlerle insanlığı mutluluğa ulaştırmaya çalışırlardı. Kendinden geçme, coşku ve sonunda tanrı Dionysos'la birleşme, orfik gizemsel törenlerin amacıydı. Çilecilik de bir öğe olarak beliriyordu.

Aslında çilecilik, geniş halk yığınlarının iktisadi ve sosyal koşullar yüzünden çekmekte oldukları çileyi kurumlaştırıyordu. Acı çeken insan yığınları bu dinde, çektikleri acıyı ölümden sonraki mutlulukları için geri sayma, kendilerinin de bir gün mutlu olabileceklerine inanma, dayanışma bilinci edinme, gizemsel törenler sırasında kendilerinden geçerek çektikleri acıları ve yoksulluğu unutma yoluyla, dünyadaki yaşamlarında en büyük avuncu bulmaya çalışıyorlardı. Özellikle köleler, ruhlarının, efendilerine ait bulunan ve bu yüzden bir ömür boyu acı çeken bedenlerinden çıkıp rahat edeceği ve özgürleşeceği anı sabırsızlıkla beklemişlerdir.

Orfizm, soyluların dünya görüşünü temsil eden mitolojiye karşı, köylülerin ve kölelerin dünya anlayışını temsil etmektedir. Bundan dolayıdır ki, orfik dinin mitolojiye taban tabana zıt öğeleri vardır. Örneğin, mitolojiye göre, ölümden sonraki yaşam, dünyadaki yaşamın bir süregelişidir; Orfizmdeyse, dünyada çile çekilir ve ancak dünyada ölümden sonra mutlu bir yaşama erişilir. Mitolojide ölümden sonraki yaşam bedenlidir; Orfizmdeyse, beden dünyada kalır ve yalnız ruh öbür dünyada yaşamayı sürdürür. Mitolojide güçsüzlükten güçlülüğe doğru ve en üstte en güçlülerin bulunduğu bir sıra düzeni vardır; Orfizmdeyse tüm insanlar birbirine eşittir. 

Orfik dinde, sonradan Hristiyanlığın alıp geliştireceği, ruhun öbür dünyadan düşerek bedendeki varlığı meydana getirmesi gibi temel dinsel öğeler de bulunmaktadır.

Orfizm, İsa'dan önce 8.yüzyılda oluşmuştur.

Sır anlamına gelen Mysteria, eski Yunanlıların hemen bütün dinsel yaşamlarını adlandırır aslında.

Mysteria'larda sözkonusu olan, insanı tanrısal yetkinliğe yaklaştırmaktadır; ta ki insan, tanrıların yapıldıkları doğaüstü tözü kendinde sindirebilsin ya da tanrısal sonsuzlukla kaynaşıp bunun içinde yok olabilsin. Bu eğilimin çağımızdaki adı, mistizm'dir; yani ruhun insanlığı aşıp tam anlamıyla tanrılığa yükselmesidir.

---

yazının devamı vardı ama bu kadarını ekledim. inanmadığım yer çok, neredeyse hepsi diyeceğim inanmadığım yerler; ancak, 'tüm insanların eşit' olduğu düşüncesinin, taa İsa'dan önce 8. yüzyılda bile ortaya çıkabilmesi (dini unsurlu olsa da) , insanlığın eşitlik kavramını ta o zaman bile dile getirebildiğini gösteriyor. Tabii, eğer bu bilgi uyduruk değilse, çünkü tarih de çok saptırılmış çok uyduruk şeyler eklenmiş; taa İsa'dan önce 8. yüzyıldaki bilginin kalması da pek inandırıcı değil. Ama yine de bir olasılık olarak paylaşıyorum, İlk Çağ ile ilgili bölümde hep savaş kölelik varken eşitlik kavramının ilk izleri buydu galiba, ve Yunanistan'dan çıkmış. Yıllar sonra onca savaştan soykırımdan sonra, Eşitliğin önemini anladı insan, ama taa ilk çağlarda eşitlik üzerine kurulsaydı dünya (dini görüş olarak demiyorum, sosyal ekonomik düzen olarak diyorum), şimdi çok daha barış dolu olabilirdi dünya. Ama nasıl kişisel hayatlarımızda, geçmişte yapılan hatalara bile bakıp, "... iyi ki olmuş onun sayesinde şu oldu..." diye baktığımıza göre, dünya tarihine de, "bu kadar savaş acı olmasaydı geçmişte, belki şu anda eşitliğin barışın değerini bilemeyecektik..." gibi yorumlar yapsak daha yapıcı olur gibi. Sadece, savaş kölelik dolu ilkçağ kitabında, eşitlik'li bu yazıyı görünce (katılmadığım yerler de olsa) paylaşmak gerek diye düşündüm, bilginin kesinliği kanıtlı olmasa da.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Babalar Günü İçin

Bugün babalar günüydü. Rudyard Kipling'in bir şiiri vardır, sanırsam yıl 2003 ya da 2004, annem'den öğrendim bu şiiri, ya da daha önceden duyduysam da, ondan alıp odama asmam bu şiiri, sanırım o yıllardı.

Rudyard Kipling sanırsam bu şiiri, evladına yazmış, çünkü sonunda, çocuğum diye bitiriyor, belki de tüm çocuklara bir sesleniş olarak yazdı, bunu araştırmadım, ama şiiri paylaşmak istiyorum, gözüme tekrar takıldı birkaç saat önce yine, sanki beni yaz der gibiydi şiir. 

babalar günü için ekliyorum, çünkü bana ideal bir babayı temsil etti bu şiiriyle Rudyard Kipling. evladına hayat öğüdü verir gibiydi sanki şiirde. bu şiir, şu zamanlarımda, bana da destek oluyor; daha önceleri çok sevdiğim için odamda asılıydı, ama geçen aylarda masa başıma koydum ki, arada başımı kaldırınca hemen göreyim ve bir satırda bile bana hatırlatma yapsın diye.

Şiiri, aşağıda paylaşıyorum; çeviriyi yapanı bilemiyorum ama çok sevdim çevirisini de orijinalini okumasam da henüz. Şu dönemimde bana en çok güç veren ve gerekli yerlerini de kırmızı ile işaretledim.

                                                     Eğer Erdemini Koruyabilirsen;

Çevrendekiler şaşkınlığa düşüp seni suçladığı zaman,
Eğer sen soğukkanlılığını koruyabilirsen;
Eğer senden kuşkulanırlarken; sen kendine güvenebilirsen,
Ve onların kuşkularını da hoş karşılayabilirsen,

Eğer sen bıkıp usanmadan bekleyebilir,
Yahut sana söylendiği halde; sen yalan söylemezsen,
Ya da senden nefret edildiği halde; sen nefrete kapılmazsan,
Bununla birlikte pek fazla doğruluk ve de bilmişlik taslamazsan,

Eğer düşlere dalabilir; ama kendini onlara kaptırmazsan,
Eğer düşünebilir; ama düşünceleri amaç edinmezsen,
Eğer yengi ve yenilgi ile karşılaşabilir de,
Bu iki yüzlülere aynı biçimde davranabilirsen,

Eğer söylediğin gerçeği,
...bazı insanlar budalaları tuzağa düşürmek için değiştirdiği zaman,
onu işitmeye katlanabilirsen,
Yahut uğruna ömrünü harcadığın şeylerin yıkılışını seyredebilirsen,
Ve iki büklüm olup aşınmış aletlerle onları tekrar kurabilirsen,

Eğer bütün kazançlarını ortaya atıp kısmetini,
Bir defalık yazı tura oyununa bağlayabilir,
Ve kaybedince, ilk başladığın yerden tekrar başlayabilirsen,
Uğradığın kayıp hakkında ağzından sözcük dahi kaçırmazsan,

Eğer sende kalp, sinir ve kas adına bir şey kalmamışsa,
Onları işine yarasın diye zorlayabilirsen
Ve içinde onlara "Dayan!" diye seslenen azimden
Başka bir şey yokken dayanabilirsen,

Eğer ayak takımı ile düşüp kalkıp; erdemini koruyabilir
Yahut krallarla dolaşır ve halkla ilişkini kesmezsen;
Eğer ne dostlar ne de düşmanlar seni incitip gücendirmezse,
Bütün insanlara değer verir de hiçbirisi için aşırı gitmezsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
Alınan yola değer, altmış saniye ile doldurabilirsen,

Senin olur her şey, dünyayı senin olmuş bulursun,
Bundan daha fazlası da var çocuğum... İNSAN olursun.

Rudyard Kipling

Babalar

Sevgili Babacığımın da babalar gününü kutluyorum, bugün boyununa sarılıp da kutladım.

Babalar denince, ne anlarız...

Hep annelere analara odaklanırız, onlar bizi taşıdığı için 9 ay rahminde, ya da taşımayanlar için de evlatlarına olan düşkünlüklerinden biliriz onların değerini. istisnalar olsa da, annelerin evlatları için yapmayacakları şey olmadığını da biliriz, o ne ana yüreğidir...

ama Babalar çoğunlukla, eve ekmek getiren, evi koruyan, kalenin güvenliği gibi görülür. çocuklarına rehberlik etse de, rol modeli olsa da, onların genellikle sanki analar gibi kaleyi içten koruyan değil, dışa karşı siper görevi gören vazifeleri vardır. çünkü evrimleşme o şekilde olmuş ilk insandan beri. avlanan erkek, koruyan erkek; çocuğu büyütense kadın. anatomik olarak da, kadının görevi çocuğu taşımak rahminde, o rahminde taşırken, erkek avlanıp yiyecek getirmeye devam ediyor.

günümüzde anatomik roller sürse de, sosyal roller oldukça değişti. insan bilinci, sadece anotomisine göre yapılanmayabileceğini keşfetti. ana hala ana, analık duygusu hala aynı, ama artık kadınlar, evladına hem ana hem baba olabiliyorlar gerektiğinde; ya da babalar hem analık hem babalık yapabiliyorlar. bu duygusal anlamda da geçerli, sosyal yaşamsal anlamda da. anatomik olarak bunun aksi mümkün değil. ama analık duygusunu, bebeğini 9 ay karnında taşıyarak hormonal olarak kazanmak diye de bir gerçek yok, olay sadece hormonlar da değil. ana olsa da, bu vazifeyi hak etmeyecek ne insanlar biliyoruz, onları da yargılamak istemiyorum kimsenin gerçeğini bilmeden, ama her anne de analık vasfında olamayabiliyor. ya da ana yüreği gibi sıcak yüreği babasında bulabilenler var ya da ikisinde de.

ne yazık ki, istemeden de olsa evladına kötülük yapan babalar da var; eğitimsizlikten cahillikten, yanlış davranabiliyorlar evlatlarına. ya da çok eğitimli olsalar da, ya da görgülü; çok daha eğitimsiz hatta cahil bir babanın evladına yaklaşımı gibi bakamayabiliyorlar evlatlarına ve onlardan bile kötü yetiştirebiliyorlar ya da davranabiliyorlar.

yaradılışımızda insan kromozomlarını hem fizyolojik babadan hem fizyolojik anadan alıyor ve bebek oluşumu için kadına ve erkeğe ihtiyaç var. ama gerçek anneliğin ve babalığın, fizyolojiden çok öte olduğunu düşünüyorum. birini tanımıştım, evlatlık olduğunu söylemişti, ve ne fizyolojik annesini ne de fizyolojik babasını tanımıyordu, adını ülkesini bile bilmiyordu onların. ama onu bebekliğinden beri yetiştiren aileyle bağları vardı. kan önemli olabilir, ama yürek bağının daha önemli olduğunu düşünüyorum. ve ikisinin birlikte olması da herkese nasip olamıyor bu dünyada ne yazık ki.

tekrar tüm gerçek babaların babalar gününü kutlarım, evladına yürek bağıyla bağlı olanların yani. ve kendi öz babamın babalar gününü de tekrar kutlarım. 1 annem, 1 babam, 1 ablam oldu bu hayatta biyolojik anlamda; ve çok şükür ki, baba anne kardeş sevgisini sonuna kadar yaşadım. bu bana çok büyük bir hediyeydi Tanrı'dan, O'na da çok teşekkür ederim, bu duyguyu bana yaşatan bir aileye düşürdüğü için beni, ya da nasıl gelişiyorsa işte işler, dünya gezegenine gelmeden önce. Ya da ailem benim ruhumu mu çağırdı ya da sipariş etti ise, nasıl olduysa işte bilemediğimiz 'önce'. nasıl 'sonra'mızı bilemiyorsak henüz; 'önce'mizi de bilemiyoruz bu yüzyılda dünya üzerinde. belki de herşeyi biliyor insan ama bilinç üstüne çıkaramıyor, bundan da emin değilim. yine de dünya üzerindeki Feride Pınar Zeybek olarakki bu deneyimimde (önceden dünyada deneyimim oldu mu, sonra da olacak mı, bunu da bilinç üstünden bilemiyorum), bu sevgileri doyasıya yaşadığım için teşekkür ediyorum aileme. Babacığımın da hataları olmuşsa, benim de evlat olarak oldu, onu da çoktaan affettim zaten, o da beni affetti olmuşsa hatalarım.

sevgiyle...

14 Haziran 2014 Cumartesi

biz çocukken, ergenken, çok gençken ... 80'ler 90'lar...

buraya zaman zaman bizim zamanlardan paylaşımlarda bulunacağım. 1978 doğum yılıma göre 80'ler 90'lar, sizin için hangi yıllar oluyorsa artık; doğmamış olabilirsiniz o yıllarda, veya çocuk genç olabilirsiniz, ya da yetişkin...

zaman zaman 'bizim zamanlar' diye eklemeler yapmaya devam edicem, şimdilik, ekleyeceklerim:

Antalya'da doğdum, 21 nisan 1978'de, saat kuşluk saatleri 10.45-11.15 arasıymış. ve Klüp caddesindeydi oturduğumuz apartman, şimdi adı değişti caddenin galiba, Talya Oteli vardır Antalya'da, işte ona yakındı apartman, Antalyaspor'un Stadyumu vardı hemen karşı çaprazımızda ve Antalya'nın o zamanki en meşhur parklarından Karaalioğlu parkı vardı bitişiğinde. Stadyumun yanında hala da durur muhakkak o park, ama Stadyum kullanılmıyor galiba artık. çocukluğum ergenliğim o semtte geçti, yazları saymazsak. Annem fen-kimya öğretmeni, babam dişhekimi olarak çalışıyordu ve türlü türlü de sosyal kültürel görevlerdelerdi. benden 4 yaş büyük ablam vardı bir de.

çocuklukta, ta 3-4 yaşlarında sokakta oynamaya başladım taa ilkokulun belli bir dönemine kadar, apartmanların arasındaki otoparklarda oynardık gündüzleri arabalar gidince bize kalırdı yer. saklambaç, yedi kiremit, yakan top, bi de topu havalara atıp kim tutacak öyle bir oyun vardı adını unuttum. Tanrım, ne zevkliydi ne zevkliydi... çok küçükken de evde tek başıma lego oynamayı severdim, ve evdeki zeka oyunlarını çözmeyi. bi de rulet, milyoner gibi gruplu oyunlar vardı. solotest oyununu severdim. doğum günleri arkadaş toplantılarında dans yarışmaları yapardık ilkokulda. ilkokulda tenefüslerde yine ip atlama, aç kapıyı bezirgan başı, aliler valiler, beş taş ve binbir oyun oynardık.

5 yaşımda Antalya Koleji yuvasına gittim, Aslı ile Arzu kardeşler yakın arkadaşımdı yuvada, o zamanlar yuva deniyordu, şimdi kreş mi ne deniyor. Öğretmenimizi çok severdim. Bir de orada görevli bir teyze vardı Hademeydi sanırım, onu da çok severdim. Annem çalıştığı için yuvaya vermişti beni. Beyaz bir kışlık paltom vardı kırmızı kırmızı düğmeleri vardı, çok severdim onu da, o yıllarda onu giydiğimi hatılarım kışları. Servisle gider gelirdik yuvaya. ilk okul tecrübem oydu. İngilizce şarkı öğrenmiştim, "lazy Mary will you get up, will you, will you, will you get up, lazy Mary will you get up, will you get up today. yes yes mommy I will get up, I will, I will, I will get up, yes yes mommy I will get up I will get up today. no no mommy I won't get up I won't I won't I won't get up no no mommy I won't get up I won't get up today" diye bi şarkı, melodisini hala hatırlarım. orada öğlen uykusu da vardı, yemek de, şarkı oyun da.

6 yaşında Dumlupınar İlkokulu anaokuluna gittim. o zamanlar ilkokullara 7 yaşında başlanırdı. kırmızı önlük giyerdik. ablam da o okuldaydı ve Dumlupınar'dan mezun oldu. doğumgünlerimizi anaokulundayken okulda kutlardık. anaokul arkadaşlarımın bazıları, taa lise ve üniversitenin başlarına kadar bile beraber olduğum kontağımı sürdürdüklerimdi. Gülgün, neredeyse doğduğumdan beri arkadaşımdı çünkü aynı apartmandaydık doğduğumuzda ve aynı yılda 1978de doğduk, o 31 Ocak'da doğmuştu. en iyi kankamdı. anaokulunda Ali, Fatoş, Duygu, Filiz, Mucip, Gözde, ... ve bir sürü arkadaşım vardı. çok sevdim okulu, hep resim, oyun, eğlence, arada dersimsi şeyler de vardı galiba. ilkokula kadar yazları tatillerde gittiğimiz yazlıklardan arkadaşlarım da vardı; Ilgın, Başak, Açelya,...; ve annemle babamın çevresinden dostlarının arkadaşlarının çocukları arkadaşımdı. mahalle arkadaşları vardı, çoğu bizim apartmandan ve yan apartmandan. bir de sevdiğim akrabalarımdan arkadaşlarım vardı; benim yaşlarımda kuzenlerim örneğin. sonraları, benden sonra doğan kuzenlerim de arkadaşım oldu.

7 yaşında, ilkokula da Dumlupınar İlkokulunda başladım, anaokulu arkadaşlarımın çoğuyla da aynı sınıftaydık. Öğretmenimiz Perihan Aral'dı. çook severdim onu. o zamanlarda ilkokul 5 yıldı. 7 yaşında başlar, 12de mezun olunurdu. sınıf o kadar kalabalıktı ki, ve çok kozmopolitti. o zamanlar Türkiyede özel okul fazla değildi, olsa da, devlet okullarında da çok iyi öğretmen bulunurdu. bir sıraya üç kişi falan otururduk. sınıfımızda her gelir kültür grubundan arkadaş vardı. ama en samimi olduklarım; kankam Gülgün, Fatoş, Duygu, Filiz, Ali, Gözde, Bilge, Özge, Hande, Orkun, .... daha vardı birsürü. Antalya Dumlupınar ilkokulundayken 1. ya da 2. sınıfta mandolin kursuna giderdik okula, Gülgün kankam da vardı. Bir de bale kursuna gitmiştik, İkizler Bale Kursu kankam Gülgünle yine. 1 sene gittik, sonra korkumuzdan bıraktık çünkü birisinden, bir kız bacak açma hareketinde bacaklarını birbirinden ayırmış kırmış mı ne diye duyduk, ikimiz de birbirimizi fişekledik ve baleyi bıraktık. Org derslerine de başlamıştım sanırsam ilkokul 3. sınıfta. Öğretmenim Celal Akbulut diye bir müzik öğretmeniydi. bizim eve gelirdi derse, ablamla birlikte ders alırdık. org metodundan parçalar öğretirdi. Bir de Fatoş Gülgün ben ve birkaç arkadaşım resim kursuna da giderdik. Yaptığım bir resim Antalya'da ilkokullar arası yarışmada 1.olmuştu, ben birinci sınıftayken. bir pazar yeri resmiydi, bir sürü insan, renk renk bir resimdi. ben yapmıştım ama resim kursundaki öğretmenim de rehberlik etmişti sanırsam. Dumlupınar'a giderken, Gülgün, Gülgün'ün ablası Edibe, ben Pınar (o zaman ismimde Feride yoktu, Feride anneannemin ismidir ve 18-19 yaşlarımda, kendi isteğimle, mahkeme kararıyla eklettik Feride ismini) ve ablam Pelin (o zaman ismi Pelin'di, şimdi Pelinsu oldu) beraber yürüyerek gider gelirdik okula çünkü çok yakındı. Öğretmeniz Perihan Aral'a, Antalya Koleji İlkokulundan teklif gelmişti, ve oraya geçiş yaptı biz 4.sınıftayken. sınıftan bir grup arkadaş da koleje geçtik o yüzden. Antalya Koleji İlkokul kısmı 4. ve 5. sınıfı orada okudum, Dumlupınar İlkokulu'ndan geçen bir sürü arkadaşla beraber. ama üzülmüştüm yine ayrılıktan. kolejde İngilizce derslerimiz vardı, sınıflarda iki kişi oturuyorduk, ve çok daha az kişi vardı sınıfta eskisine oranla. sevdiğim arkadaşlarımın çoğu geçtiği için çok üzülmedim yine de. İngilizce öğretmenimiz Sibel Kamalı'yı çok severdik. Müzik öğretmenimiz Levent Aytı asık suratlı bi adamdı ama yetenekliydi. Korodaydım ve Çoksesli Müzik koromuz vardı. Tiritiritirinam tiritirinamnam tiritirinam.... Zekiye'nin saçları tritrinam, dökülüyor boynuna tritrinam, tritritrinam... diye giden bir şarkıyı söyletmişti Levent Aytı, çok sesli de harika durmuştu. Önce  bir grup girer, şarkının biraz ilerlemesiyle diğer grup ve sonra diğer grup... öyle bişiler. Çocuklukta, spor benim için koşturup durmalı oyunlar, denizde yüzmek, bisiklete binmek, gibiydi. ilkokulda profesyenelce sporla uğraşmadım. ama oyunlarda o kadar koştururduk ki, spordan çok yorardı inanın.

Anadolu Lisesi sınavları olurdu o zaman, şehrin neredeyse en zeki öğrencilerinin toplandığı okul Antalya Anadolu Lisesi'ydi (AAL) o zamanlar. Ablam da kazanmıştı ve orada okuyordu. Çalışkandı o, zekasının yanında. ama ben zekiydim ama genelde aklım oyundaydı, resim yapmaktaydı, org çalmak şarkı söylemek dans etmek. öğrenmeye özel bir tutkum yoktu. çizgi film, dizi, film de severdim, TV'ye de düşkündüm. ama ilkokul zor olmadığı için tabii, zekamla yapabiliyordum çok çalışmadan ve hep 5 üstünden 5 alabiliyordum. ama Anadolu Lisesi sınavı korkuttu beni, çünkü o ana kadar hep zekamla yapıyordum ve derste çok iyi dinlememle ve azıcık çalışma. ama AALyi kazananlar, hep çok çalışkan olanlardı sadece zeki olanlar değildi. Perihan Aral'ın çok iyi öğretmenliği, ve son sene gittiğim ÖzBilgi dershanesinin, ve Bayram Bey adlı bir Matematik Öğretmeninden aldığım özel dersin ve annemin de beni zorla ders çalıştırmasıyla, Antalya Anadolu Lisesini kazanabilmiştim. Öğretmenimiz o kadar iyiydi, ve sınıf arkadaşlarım da o kadar parlak zeki ve çalışkandı ki, bizim sınıfın neredeyse yarısı da AAL'yi kazanmıştı. ve kankam Gülgün de kazanmıştı. birkaç çok sevdiğim arkadaşımın kazanamamasına çok üzülmüştüm. 150 kişi alınıyorsa yanlış hatırlamıyorsam, ben 50'lerde bir yerlerde kazandım diye hatırlıyorum. AAL'ye kadar, miniklik ve çocukluk dönemimde; en sevdiğim, dans etmek, şarkı söylemek, resim yapmak, oyun oynamaktı. dersleri de severdim ama benim için hayat hep dışardaydı aslında, ders dışında, ya da kabiliyet derslerinde.beden dersinden nefret etmemin tek sebebi, zorla attırdıkları taklaydı. ne olacak takla atınca anlamam, çocuğa basket voleybol öğretsene. fobimdi boynumu kıracam diye. tahtanın üzerinde ters düz binbir takla attırırlardı, hatta ortaokulda bile sürdü. AAL, hazırlıkla beraber ortaokul lise birlikte toplam 7 sene süren bir okuldu. ilkokuldan farkı, spor çok hayatımdaydı ortaokul lisede, ve piyano çalmayı öğrendim ve devam ettirdim, Besim Akkuş diye harika bir müzik öğretmeninden özel dersler aldık, önce org 1 sene ablamla ve sonra 1 sene ablamla Piyano; ablam Üniversiteye gittiği için ben piyano derslerine tek başıma devam ettim. En sevdiğim Chopin ve Brahms'ın eserleriydi. Klasik müziğe ilgim de piyanoyla başladı; o yüzden hala piyano ağırlıklı eserler benim için daha özeldir... voleybol takımında lisanslı oynadım - genelde yedekte oynasam da-, çok yüzdüm, bisiklete bindim, tenis öğrendim ve oynadım, koştum,... ve hep arkadaşlarla. ortaokulda ordu gibi kalabalık grubumuz vardı, lisede de sürdü. ilkokuldan beri arkadaş olduklarımın yanı sıra, yepyeni arkadaşlarım da olmuştu; Işıl, Elif de Fatoşla Gülgün gibi en samimi arkadaşlarımdandı. Işıl'ı ben, Fatoş ve Gülgün'le tanıştırmıştım; Elif'i de Fatoş bizimle tanıştırmıştı. sevdiğim daha bir sürü erkek kız arkadaşlarımız vardı; hem okuldan hem yazlıklardan, ya da arkadaşın arkadaşından falan... şimdiki facebook o zamanlar yoktu tabii, ama dostluk arkadaşlık daha sahiciydi.

ilkokulda, fenomenlerim; Sezen Aksu, Madonna, Michael Jackson falandı... Ortaokul Lisede de her ay düzenli Blue Jean dergisi alırdım. Posterlerini sticker'larını her bir yere yapıştırırdım. Rock fenomenlerim Guns'n Roses, Bon Jovi'ydi, Queen'di. ve şimdi mp3'lerimin nostalji bölümüne baksam, bulacağım bir sürü grup. Türkçe Pop müziğin altın dönemleriydi. Kayahan , Nilüfer... Sezen Aksu'nun vokalisti diye çıkış yapan Sertab Erener, Levent Yüksel albümlerini de ezbere bilirdim, Sezen Aksu'nunkiler kadar. Yeni Türkü Yeşilmişik albümünü severdim. ve bir sürü harika Türkçe şarkı, yabancı şarkı. Eurovision şarkı yarışmaları çocukluğumdan beri favorimizdi, ve Oscar törenleri de sonradan favorimiz oldu. ortaokul lise döneminde çok sinemaya giderdik, TV'de film alternatifi olmadığı için. sonra, film müzik favorilerimi, 'bizim zamanlar' kategorisi altında zaman zaman eklicem.

bugün ve geçmişle en belirgin fark, moda çok değildi; bize de jean'ler giyerdik, bu kadar fazla markalar yoktu ama yine de zevkli giyinirdik, bazen marka bazen değil. en bilinen marka o zamanlar United Colors of Benetton'du. Beymen'den Vakko'dan giyinen sosyete vardı, ben yanına yaklaşmadım. Benetton'dan vardı bişilerim. Limon, Polo, diye markaları da severdim, ordan da vardı bişilerim. Kotta Levis fenomendi. Çocukkenki LeeCooper'ın pabucunu dama atmıştı. Ama sonra Loft diye bi marka da çıktı. ama baya sürdü Levis'in da modası. markasız kotlar da alırdım Levis yanında. hatta çocukken bi ara şimdiki dar jeanlerin yine modası vardı. neonlu renklerin de moda olduğu olmuştu.

bugün ve geçmişle en belirgin fark teknolojiydi; fotoğraf, video kamera olsa da. VHS Beta kasetli hantal videolar baya sürdü. TV'de uzun süre tek kanallı TRT1 vardı biz çocukken, sonra TRT2sini çıkardı. sonra da TRT3 ve TRT4. Star ilk özel kanaldı. sonra Show TV ve diğerleri izledi. çocukken ve lisede cep telefonu ve internet yoktu. ben üniversitedeyken, Türkiye'ye cep telefonu ve Internet'in yeni geldiği zamanlardı. Bilgisayar ben lisedeyken kullanılmazdı, üniversitede bilgisayar öğrendim. ilkokulda lisede internet de olmadığı için; kitap dergi gazete ansiklobedi yaygındı bilgi açısından ve okumak anlamında. müzik setleri vardı koca koca ya da mini, kasetler vardı, CD'ler de sonra çıktı. walkman dinlerdik içine kaset takıp. neredee dijital ipodlar telefonlar fotoğraf makineleri kamerlar, ohoo yoktu biz çocukken ve lisede.

çocukluk ergenlikte lisede sevdiğimiz diziler; Charles iş başında, Altın Kızlar, Cosby Ailesi, Kuzen Larry, Evimiz Hollywood'da falandı. Türk dizilerinden Bizimkiler'i severdim. Arkadaşlarım Süper Baba'yı severdi, onu pek izlemezdim, neden hatırlamıyorum herhalde tek kanallı döneme denk gelmemişti. Bir de bi ara ben ilkokulda ve ilkokulu bitirdikten sonra mı ne, Brezilya Dizileri modaydı. Marianna'yı severdik. Bi de Amerika'nın bize kakaladığı her gün süren bir Yalan Rüzgarı diye dizi vardı ki (Young and Restless) bıktırsa da izlerdim onu yaaa. Ama Hayat Ağacı dizisini çok severdik, o bıktırmazdı ve heyecanlıydı. Brezilya Dizileri ve Amerika'nın kakaladığı bazı arkası yarınlı abuk dizilerden farklıydı. Türk filmlerini de severdik, ama çocukken daha çok; Kemal Sunal serileri, Şener Şen fenomen filmleri, meşhuur Türkan Şoray Hülya Koçyiğit, Kadir İnanır, Tarık Akan, filmleri... Hababam sınıfları, Metin Akpınar-Zeki Alasya... çocukken sevdiğimiz çizgi filmler; Şirinler, Taş Devri, Tom ve Jerry, Red Kit, falandı... Superman kahramanımdı. He-man diye bir çizgi film vardı. ve Japon Çizgi filmleri olağanüstüydü. ama tabii şimdiki yok bilmem kaç boyutlu animasyonlu binbir teknikli süper çocuk-yetişkin çizgi filmleri animasyın filmleri kadar olmasa da idare ederdi. Susam Sokağı diye bi program vardı, ben büyümüştüm o varken, yine de izlerdim abuk sabuk programlarını bile. çocukluk-ergenlik-gençlik favori fimlere müziklere programlara, zaman zaman 'bizim zamanlar' başlığı altında eklemeye devam edicem, şimdilik bu kadar.

biz çocukken falan da pizzacıya hamburgeciye giderik (artık çok şükür yemiyorum, GAPS bağırsak diyetindeyim bir ömür boyu sürecek) gezerdik tozardık; ama şimdiki kadar hazır gıda, ve binbir fastfood restoranı o zamanlar yoktu. McDonalds bir tane ilk kez Antalya'ya Atatürk Caddesine ben Lise1'deyken mi ne açılmıştı. çok güzel restoranlar, kafeler vardı ben lisede ilkokuldayken de Antalya'da; ama böyle Starbucks zincirleri, fastfood zincileri gibi zincirler daha yoktu. pasajlar vardı ama AVM'ler de yoktu.

1978'den 1996 yazına kadar hep Antalya'daydı hayat benim için, sonra Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünü kazandım ve hayat İstanbul'da devam etti. Hayatımın ilk 18 yılı Antalya ağırlıklı ve ikinci 18 yılı İstanbul ağırlıklıdır; arada tatiller dışında, ve 2009 Ağustos sonu-2011 Aralık sonu arası ve sonra birkaç gidiş daha  ABD'de Virginia Eyaletinde Norfolk şehrinde bir aram var İstanbul'a (doktora eğitimi için gitmiştim ama sağlık sorunlarım nedeniyle bırakmak zorunda kaldım, net ABD'de kalışım 2 yıl 1 hafta oluyor). Burada bahsettiğim 'bizim zamanlar' Antalya ağırlıklı geçmişimdendi. internetin cep telefonunun teknolojinin Türkiye'de ivme yaptığı 1996 sonrasındaki 90'lı yıllara da sonra başka yazılarda değinirim.

hoşgörü

ya , evet hoşgörü
çok unuttuğumuz bir kelime ne yazık ki.
dünya gezegeni olarak unuttuğumuz bir kelime. Türkiye olarak da unuttuğumuz.
tarihte yıllarca süren savaşlar, onları bir kenara bıraktım, zaten dünyanın tarihinin gerçeği ama dilerim yeni gerçekliğimiz olmasın,
ya, birbirimize gösterdiğimiz taahamülsüzlük?
nefret, öfke...
farklı fikirlere, inanışlara taahamülsüzlik?
farklılıkların uyumunu yakalamadığımız müddetçe,
sorunlar devam eder.
ülke boyutlarına karışmak istemiyorum; dünyada binbir ülke bayrağı var ve her birinin farklı yönetim yapısı, benzer de olsa asla aynısı olamaz tabii ki.
ama en azından, insani ilişkilerimizde kabul edebilsek birbirimizi...
onaylamak zorunda değiliz, ama hoşgörü bile lüks kaçıyor daha karşımızdakini kabul bile edemezken.
kimseyi kendimize benzetmek zorunda değiliz, bırakın insanlar neye benzemek isterse benzesinler, ne düşünmek isterlerse düşünsünler, neye inanmak isterlerse inansınlar.
bilginizi  paylaşın, fikrinizi paylaşın, önerinizi paylaşın, paylaşın da paylaşın ; ama bırakın size uymak tercihleri onların olsun. bu dediğime uyup uymamak da sizin tercihiniz tabii ki.
diğerlerinin, kendimizden başkasının yaşam hakkına saygısızlık müdahale etmek zaten insanlık dışı.
'hoşgörü' kelimesinin bile lüks olduğu bir çağdayız.
savaşı, cinayeti, ve binbir suçu hoşgöremiyorum tabii, bunlardan bahsetmiyorum, ama onlarda bile dinamikleri bilmek lazım kişileri suçlarken, bazen kişiler hedef tahtası olsa bile arka plan farklı olabiliyor.
ama en azından, hayatın içinde, ya da internette, ilişkilerde,
biraz anlayış, hoşgörü.
geçtim hoşgörüyü,
en azından nötr olmak. buna bile razıyım.

13 Haziran 2014 Cuma

gerçekten sevmek

yine çıkış noktam kedilerimiz... Walter'ı severken, kucağıma alırken, koklarken, ... onunla oyun oynarken, onu uyurken izlerken; ya da Romeo'yu aynı şekilde, ya da Jennifer'ı (Jenny çok sevdirmez dokundurtmaz da, bebekken çok sevdirirdi de değişti, o yüzden erkek kedilerimizi anlattım daha çok)... hissettiklerimi; size onları fotoğraflarken, ya da video'ya alırken anlatamam, aktaramam, bu İMKANSIZ! aynı şekilde, birinin fotoğraflarına bakmak, ya da videolarını izlemek, şarkılarını dinlemek, ya da röportajlarını okumak, ya da kitaplarını vb.... onu sevmek demek olabilir tabii ki; deriz şu şarkıcıyı film yıldızını yazarı sevdim, ya da severim vb.... tabii ki elbette katılıyorum. ama sanırım çocuğunu sevmek aynı kedilerimizi sevdiğim gibi bir his olmalı. binbir kedi var, binbir şirinlikler maskaralıklar yapan videolarda youtube'larda bulabilirsiniz, şirinlik abidesi olanları, ya da görsel muhteşemlik abidesi olanları, şaklabanlıklar yapanları, ya da kahramanlıklar, ya da ya da... ama onlara bakıp onları sevimli bulabilirim. ama hiçbiri kediciğime sarıldığımda ona dokunduğumda onu sevdiğimde hissettiğim duyguyu asla veremez, onu kucağımda uyuya kaldı diye saatlerce onu uyandırmamak için kıpırdamadığım gibi onun için yaptığım çoğu fedakarlığı da yaptıramayabilir... çok kişiyi severiz, ya da yapıtı... ama bir annenin evladına sarıldığında hissettiği o ılık duyguyu hiçbir duygu tarif edemez bence, bu hissi tahmin edebiliyorum. ve isterim ki, aşık olayım ve sevdiğim erkek de dünyalar yakışıklısı olmasa da ya da fotoğraflarda videolarda fotojenik de olmasa, ya da binbir mahareti marifeti de olmasa ya da becerisi,Walter'ımı sevdiğim gibi, ona sarıldığımda da dünyada hiç hissetmediğim o sevgi akışını hissedebileyim isterim. Bunun için de, kedimden deneyimlediğim kadarıyla söylüyorum; o kişiyle çok vakit geçirmek, onu tanımak, onunla paylaşmak gerekiyor. çünkü zamanla insan onun eşsizliğini anlıyor ve arasında kimseyle ya da hiçbir canlıyla daha önce kurmadığı bir yakınlık oluyor hem ruhsal duygusal olarak hem de birbirine dokununca hissettiği. elbette, her insanla da bu yakalanmaz, doğru kişi ya da kişiler dediğimiz de bu olsa gerek.. ama parıltılı görselliklere aldanıp, belki de dünyada başka hiçbir kimseyle yakalayamayacağımız bir sevgi paylaşımını yaşayabileceğimiz diğer bir kişiyi es geçmeyelim. ya da parıltılı görselliğinin duygusal anlamda boş çıkabileceği düşüncesiyle ön yargıyla yaklaşarak, bir ömür boyu sürebilecek bir dostluk ya da aşk sevgisi ilişkisini baltalamayalım.

Aldanma

ALDANMA silikonlu dudaklarıma sarı uzun boyalı takma saçlarıma protezli kalçalarıma silikonlu göğüslerime ve ultra topuklu ayakkabılarıma... .. ...
onlara bakarak sanabilirsin ben bir süs bebeğiyim ve kafası boş sadece görsel bir objeyim
aldanma,
iyi bak,
sadece dışa değil.
konuş, sohbet et, paylaş; hislerime bak, duygularıma; beni tanımaya çalış.
ben de bir insanım, ve sandığın kalıplarda biri de değilim.
ön yargılarını yık, benim de insan olduğumu unutma;
ağlayan, gülen, mutlu olan, hayalleri, umutları, acıları olan, bir geçmişi ve geleceği olan.
insanları binbir kalıba döküp önyargıda bulunuyorsun ama
önce bir tanısan.

ALDANMA diplomalarıma. dünyanın en iyi üniversitelerini bitirebilirim, her bir diplomam sana dünyanın en değerli mücevherleri gibi görünebilir. diplomalarıma, kariyerime, başarılarıma aldanma. Ya da başarısızlığım, eğitimsizliğim; pırlanta beynimi zekamı yeteneklerimi görmezden gelmene yol açmasın. diplomaların altında da bir insan var. onu gör.
ne ezil karşımda, ne de benimle kariyer başarı yarışına gir, ne de ez beni.
aldanma.
önce diplomalarını elinden aldığında, ve tüm kariyer başarılarını,
altından hangi insan çıkacak,
onu görebililyor musun, işte ona bak.

ALDANMA servetime, büyük köşklerime, malikanelerime, dünyanın her bir köşesindeki cennet bahçesi yalılarıma evlerime arazilerime çiftliklerime, mal varlığıma, sahip olduklarıma, tasarım harikası arabalarıma yatlarıma katlarıma, eşyalarıma, servet biçip aldığım sanat eserleriyle dolu evlerime aldanma. bundan ne kork, ne de sahip olduğum bu servet bu para mal varlığı yüzünden, beni değerlendirmen değişmesin. onun altındaki insanı gör önce, onu sevebilecek misin ona bak. al bakalım tüm varlığını elinden, geriye ne kalacak, ortaya nasıl bir insan çıkacak, işte onu tanı önce.

ALDANMA görünüşüme. pasaklı kirli demode kıyafetlerime, ya da bakımsız görünüşüme, ya da modadan bihaber tarzıma. ya da moda ikonu gibi görünüşüme. aldanma konuşmama, şiveme, aksanıma. aldanma kültürüme, hangi ülkeden hangi şehirden köyden kasabadan çıktığıma. sıska mı şişko mu olduğuma, bakımlı mı bakımsız mı olduğuma aldanma. aş bunları da. bakalım bana baktığın bu görsel gözlüklerin hepsini atınca gözünden, nasıl göreceksin beni.

ALDANMA statüme. Olabilirim prens, prenses, kral, kraldan kralcı ya da. olabilirim başkan müdür ceo ya da sadece bir temizlik görevlisi... bana bakarken benimle konuşurken bana baktığın bu statü gözlüğünü at, aldanma. altındaki insanı gör önce, bakalım altından nasıl bir insan çıkacak bu ön yargı gözlüğünü kaldırdığında.

ALDANMA bana bakarken. geçmişte tanıdığın insanlarla ve kalıplarınla ve öğrendiklerinle ve önyargılarınla bakma. aldanma dış görünüşümdekine, banka hesabımdakine, diplomamdakine, geçmişimdekine, yanımdakine. gözlerimin derinliklerine ve kalbimin derinliklerine bak, oradaki insanı tanı. orada bir insan var, aynı senin gibi. ne fiziğiyle, ne yaptıklarıyla, ne şanı şöhretiyle, ne servetiyle ne de statüsüyle tanıyamayacağın asla asla. ben bir insanım, hisseden, yaşayan, deneyimleyen, korkuları olan acıları olan hayalleri olan öğrenen öğreten gelişen hata yapan başarı yapan doğru yapan yanlış yapan bazen güçlü bazen güçsüz... bir insan var karşında. kalbinin, ruhunun, gözlerinin, sözlerinin derinliklerine bak. o, pazarda seçtiğin bir domates ya da patates değil, alışverişte seçtiğin kıyafetlerden ayakkabılardan da değil. o bir insan. dikkat et, kırabilirsin, incitebilirsin, yaralayabilirsin; ama kalbini de kazanabilirsin, yüreklendire de bilirsin. ve hepsinden öte, hepsinden önemlisi, biliyor musun, onu seve de bilirsin.

12 Haziran 2014 Perşembe

günün fotosu

yine güzel bir haziran günü, yine güzel bir güneş ve hava, balkonda çalışıyorum, bir küçük kahve molası, ve işte kahve fincanımı gördünüz iki kuş sohbet ederler dalda, ve evet tam da o sırada karşı apartmanlardan birinde bir kuş da damda belirmez mi, fotoladım tabii hemen. saatlerce de takıldı orada, herhalde o da bir tür kahve molası vermişti, uuzuun uzun dinlendi, bizim muhiti sevdi galiba. pek bir gururlu mağrur havalı bir kuş, zaten kuşların çoğu da öyle değil mi... insan olduk tam donanımlıyız ama bizden çok daha minik ve az donanımlı bu kuş denen mahluklar, ne de özgürce süzülürler gökte, o ne muhteşem bir his olmalıdır hafif ve yukarıda olmak. bu karede insan gözüyle kuşu görüyorsunuz; ne de isterdim bi de onun gözüyle bakabilmek kendime, ne düşünürdüm acaba kuş olarak... uzaktan selamlaştık, sevgili kuş ile, ara sıra da hep bakıştık, yine damlamasını isterim bu dama ara sıra, onu mutlaka tanırım, çünkü hiçbir kuşun bu kadar saatlerce damın ta ucunda o şekilde takılabileceğini sanmıyorum. özgün bir kuşmuş. neyse, paylaşmak istedim günün fotolarımı sizinle, bir tebessüm de sizde bırakabilmek adına. sevgiyle...