16 Haziran 2014 Pazartesi

Babalar Günü İçin

Bugün babalar günüydü. Rudyard Kipling'in bir şiiri vardır, sanırsam yıl 2003 ya da 2004, annem'den öğrendim bu şiiri, ya da daha önceden duyduysam da, ondan alıp odama asmam bu şiiri, sanırım o yıllardı.

Rudyard Kipling sanırsam bu şiiri, evladına yazmış, çünkü sonunda, çocuğum diye bitiriyor, belki de tüm çocuklara bir sesleniş olarak yazdı, bunu araştırmadım, ama şiiri paylaşmak istiyorum, gözüme tekrar takıldı birkaç saat önce yine, sanki beni yaz der gibiydi şiir. 

babalar günü için ekliyorum, çünkü bana ideal bir babayı temsil etti bu şiiriyle Rudyard Kipling. evladına hayat öğüdü verir gibiydi sanki şiirde. bu şiir, şu zamanlarımda, bana da destek oluyor; daha önceleri çok sevdiğim için odamda asılıydı, ama geçen aylarda masa başıma koydum ki, arada başımı kaldırınca hemen göreyim ve bir satırda bile bana hatırlatma yapsın diye.

Şiiri, aşağıda paylaşıyorum; çeviriyi yapanı bilemiyorum ama çok sevdim çevirisini de orijinalini okumasam da henüz. Şu dönemimde bana en çok güç veren ve gerekli yerlerini de kırmızı ile işaretledim.

                                                     Eğer Erdemini Koruyabilirsen;

Çevrendekiler şaşkınlığa düşüp seni suçladığı zaman,
Eğer sen soğukkanlılığını koruyabilirsen;
Eğer senden kuşkulanırlarken; sen kendine güvenebilirsen,
Ve onların kuşkularını da hoş karşılayabilirsen,

Eğer sen bıkıp usanmadan bekleyebilir,
Yahut sana söylendiği halde; sen yalan söylemezsen,
Ya da senden nefret edildiği halde; sen nefrete kapılmazsan,
Bununla birlikte pek fazla doğruluk ve de bilmişlik taslamazsan,

Eğer düşlere dalabilir; ama kendini onlara kaptırmazsan,
Eğer düşünebilir; ama düşünceleri amaç edinmezsen,
Eğer yengi ve yenilgi ile karşılaşabilir de,
Bu iki yüzlülere aynı biçimde davranabilirsen,

Eğer söylediğin gerçeği,
...bazı insanlar budalaları tuzağa düşürmek için değiştirdiği zaman,
onu işitmeye katlanabilirsen,
Yahut uğruna ömrünü harcadığın şeylerin yıkılışını seyredebilirsen,
Ve iki büklüm olup aşınmış aletlerle onları tekrar kurabilirsen,

Eğer bütün kazançlarını ortaya atıp kısmetini,
Bir defalık yazı tura oyununa bağlayabilir,
Ve kaybedince, ilk başladığın yerden tekrar başlayabilirsen,
Uğradığın kayıp hakkında ağzından sözcük dahi kaçırmazsan,

Eğer sende kalp, sinir ve kas adına bir şey kalmamışsa,
Onları işine yarasın diye zorlayabilirsen
Ve içinde onlara "Dayan!" diye seslenen azimden
Başka bir şey yokken dayanabilirsen,

Eğer ayak takımı ile düşüp kalkıp; erdemini koruyabilir
Yahut krallarla dolaşır ve halkla ilişkini kesmezsen;
Eğer ne dostlar ne de düşmanlar seni incitip gücendirmezse,
Bütün insanlara değer verir de hiçbirisi için aşırı gitmezsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
Alınan yola değer, altmış saniye ile doldurabilirsen,

Senin olur her şey, dünyayı senin olmuş bulursun,
Bundan daha fazlası da var çocuğum... İNSAN olursun.

Rudyard Kipling

Babalar

Sevgili Babacığımın da babalar gününü kutluyorum, bugün boyununa sarılıp da kutladım.

Babalar denince, ne anlarız...

Hep annelere analara odaklanırız, onlar bizi taşıdığı için 9 ay rahminde, ya da taşımayanlar için de evlatlarına olan düşkünlüklerinden biliriz onların değerini. istisnalar olsa da, annelerin evlatları için yapmayacakları şey olmadığını da biliriz, o ne ana yüreğidir...

ama Babalar çoğunlukla, eve ekmek getiren, evi koruyan, kalenin güvenliği gibi görülür. çocuklarına rehberlik etse de, rol modeli olsa da, onların genellikle sanki analar gibi kaleyi içten koruyan değil, dışa karşı siper görevi gören vazifeleri vardır. çünkü evrimleşme o şekilde olmuş ilk insandan beri. avlanan erkek, koruyan erkek; çocuğu büyütense kadın. anatomik olarak da, kadının görevi çocuğu taşımak rahminde, o rahminde taşırken, erkek avlanıp yiyecek getirmeye devam ediyor.

günümüzde anatomik roller sürse de, sosyal roller oldukça değişti. insan bilinci, sadece anotomisine göre yapılanmayabileceğini keşfetti. ana hala ana, analık duygusu hala aynı, ama artık kadınlar, evladına hem ana hem baba olabiliyorlar gerektiğinde; ya da babalar hem analık hem babalık yapabiliyorlar. bu duygusal anlamda da geçerli, sosyal yaşamsal anlamda da. anatomik olarak bunun aksi mümkün değil. ama analık duygusunu, bebeğini 9 ay karnında taşıyarak hormonal olarak kazanmak diye de bir gerçek yok, olay sadece hormonlar da değil. ana olsa da, bu vazifeyi hak etmeyecek ne insanlar biliyoruz, onları da yargılamak istemiyorum kimsenin gerçeğini bilmeden, ama her anne de analık vasfında olamayabiliyor. ya da ana yüreği gibi sıcak yüreği babasında bulabilenler var ya da ikisinde de.

ne yazık ki, istemeden de olsa evladına kötülük yapan babalar da var; eğitimsizlikten cahillikten, yanlış davranabiliyorlar evlatlarına. ya da çok eğitimli olsalar da, ya da görgülü; çok daha eğitimsiz hatta cahil bir babanın evladına yaklaşımı gibi bakamayabiliyorlar evlatlarına ve onlardan bile kötü yetiştirebiliyorlar ya da davranabiliyorlar.

yaradılışımızda insan kromozomlarını hem fizyolojik babadan hem fizyolojik anadan alıyor ve bebek oluşumu için kadına ve erkeğe ihtiyaç var. ama gerçek anneliğin ve babalığın, fizyolojiden çok öte olduğunu düşünüyorum. birini tanımıştım, evlatlık olduğunu söylemişti, ve ne fizyolojik annesini ne de fizyolojik babasını tanımıyordu, adını ülkesini bile bilmiyordu onların. ama onu bebekliğinden beri yetiştiren aileyle bağları vardı. kan önemli olabilir, ama yürek bağının daha önemli olduğunu düşünüyorum. ve ikisinin birlikte olması da herkese nasip olamıyor bu dünyada ne yazık ki.

tekrar tüm gerçek babaların babalar gününü kutlarım, evladına yürek bağıyla bağlı olanların yani. ve kendi öz babamın babalar gününü de tekrar kutlarım. 1 annem, 1 babam, 1 ablam oldu bu hayatta biyolojik anlamda; ve çok şükür ki, baba anne kardeş sevgisini sonuna kadar yaşadım. bu bana çok büyük bir hediyeydi Tanrı'dan, O'na da çok teşekkür ederim, bu duyguyu bana yaşatan bir aileye düşürdüğü için beni, ya da nasıl gelişiyorsa işte işler, dünya gezegenine gelmeden önce. Ya da ailem benim ruhumu mu çağırdı ya da sipariş etti ise, nasıl olduysa işte bilemediğimiz 'önce'. nasıl 'sonra'mızı bilemiyorsak henüz; 'önce'mizi de bilemiyoruz bu yüzyılda dünya üzerinde. belki de herşeyi biliyor insan ama bilinç üstüne çıkaramıyor, bundan da emin değilim. yine de dünya üzerindeki Feride Pınar Zeybek olarakki bu deneyimimde (önceden dünyada deneyimim oldu mu, sonra da olacak mı, bunu da bilinç üstünden bilemiyorum), bu sevgileri doyasıya yaşadığım için teşekkür ediyorum aileme. Babacığımın da hataları olmuşsa, benim de evlat olarak oldu, onu da çoktaan affettim zaten, o da beni affetti olmuşsa hatalarım.

sevgiyle...

14 Haziran 2014 Cumartesi

biz çocukken, ergenken, çok gençken ... 80'ler 90'lar...

buraya zaman zaman bizim zamanlardan paylaşımlarda bulunacağım. 1978 doğum yılıma göre 80'ler 90'lar, sizin için hangi yıllar oluyorsa artık; doğmamış olabilirsiniz o yıllarda, veya çocuk genç olabilirsiniz, ya da yetişkin...

zaman zaman 'bizim zamanlar' diye eklemeler yapmaya devam edicem, şimdilik, ekleyeceklerim:

Antalya'da doğdum, 21 nisan 1978'de, saat kuşluk saatleri 10.45-11.15 arasıymış. ve Klüp caddesindeydi oturduğumuz apartman, şimdi adı değişti caddenin galiba, Talya Oteli vardır Antalya'da, işte ona yakındı apartman, Antalyaspor'un Stadyumu vardı hemen karşı çaprazımızda ve Antalya'nın o zamanki en meşhur parklarından Karaalioğlu parkı vardı bitişiğinde. Stadyumun yanında hala da durur muhakkak o park, ama Stadyum kullanılmıyor galiba artık. çocukluğum ergenliğim o semtte geçti, yazları saymazsak. Annem fen-kimya öğretmeni, babam dişhekimi olarak çalışıyordu ve türlü türlü de sosyal kültürel görevlerdelerdi. benden 4 yaş büyük ablam vardı bir de.

çocuklukta, ta 3-4 yaşlarında sokakta oynamaya başladım taa ilkokulun belli bir dönemine kadar, apartmanların arasındaki otoparklarda oynardık gündüzleri arabalar gidince bize kalırdı yer. saklambaç, yedi kiremit, yakan top, bi de topu havalara atıp kim tutacak öyle bir oyun vardı adını unuttum. Tanrım, ne zevkliydi ne zevkliydi... çok küçükken de evde tek başıma lego oynamayı severdim, ve evdeki zeka oyunlarını çözmeyi. bi de rulet, milyoner gibi gruplu oyunlar vardı. solotest oyununu severdim. doğum günleri arkadaş toplantılarında dans yarışmaları yapardık ilkokulda. ilkokulda tenefüslerde yine ip atlama, aç kapıyı bezirgan başı, aliler valiler, beş taş ve binbir oyun oynardık.

5 yaşımda Antalya Koleji yuvasına gittim, Aslı ile Arzu kardeşler yakın arkadaşımdı yuvada, o zamanlar yuva deniyordu, şimdi kreş mi ne deniyor. Öğretmenimizi çok severdim. Bir de orada görevli bir teyze vardı Hademeydi sanırım, onu da çok severdim. Annem çalıştığı için yuvaya vermişti beni. Beyaz bir kışlık paltom vardı kırmızı kırmızı düğmeleri vardı, çok severdim onu da, o yıllarda onu giydiğimi hatılarım kışları. Servisle gider gelirdik yuvaya. ilk okul tecrübem oydu. İngilizce şarkı öğrenmiştim, "lazy Mary will you get up, will you, will you, will you get up, lazy Mary will you get up, will you get up today. yes yes mommy I will get up, I will, I will, I will get up, yes yes mommy I will get up I will get up today. no no mommy I won't get up I won't I won't I won't get up no no mommy I won't get up I won't get up today" diye bi şarkı, melodisini hala hatırlarım. orada öğlen uykusu da vardı, yemek de, şarkı oyun da.

6 yaşında Dumlupınar İlkokulu anaokuluna gittim. o zamanlar ilkokullara 7 yaşında başlanırdı. kırmızı önlük giyerdik. ablam da o okuldaydı ve Dumlupınar'dan mezun oldu. doğumgünlerimizi anaokulundayken okulda kutlardık. anaokul arkadaşlarımın bazıları, taa lise ve üniversitenin başlarına kadar bile beraber olduğum kontağımı sürdürdüklerimdi. Gülgün, neredeyse doğduğumdan beri arkadaşımdı çünkü aynı apartmandaydık doğduğumuzda ve aynı yılda 1978de doğduk, o 31 Ocak'da doğmuştu. en iyi kankamdı. anaokulunda Ali, Fatoş, Duygu, Filiz, Mucip, Gözde, ... ve bir sürü arkadaşım vardı. çok sevdim okulu, hep resim, oyun, eğlence, arada dersimsi şeyler de vardı galiba. ilkokula kadar yazları tatillerde gittiğimiz yazlıklardan arkadaşlarım da vardı; Ilgın, Başak, Açelya,...; ve annemle babamın çevresinden dostlarının arkadaşlarının çocukları arkadaşımdı. mahalle arkadaşları vardı, çoğu bizim apartmandan ve yan apartmandan. bir de sevdiğim akrabalarımdan arkadaşlarım vardı; benim yaşlarımda kuzenlerim örneğin. sonraları, benden sonra doğan kuzenlerim de arkadaşım oldu.

7 yaşında, ilkokula da Dumlupınar İlkokulunda başladım, anaokulu arkadaşlarımın çoğuyla da aynı sınıftaydık. Öğretmenimiz Perihan Aral'dı. çook severdim onu. o zamanlarda ilkokul 5 yıldı. 7 yaşında başlar, 12de mezun olunurdu. sınıf o kadar kalabalıktı ki, ve çok kozmopolitti. o zamanlar Türkiyede özel okul fazla değildi, olsa da, devlet okullarında da çok iyi öğretmen bulunurdu. bir sıraya üç kişi falan otururduk. sınıfımızda her gelir kültür grubundan arkadaş vardı. ama en samimi olduklarım; kankam Gülgün, Fatoş, Duygu, Filiz, Ali, Gözde, Bilge, Özge, Hande, Orkun, .... daha vardı birsürü. Antalya Dumlupınar ilkokulundayken 1. ya da 2. sınıfta mandolin kursuna giderdik okula, Gülgün kankam da vardı. Bir de bale kursuna gitmiştik, İkizler Bale Kursu kankam Gülgünle yine. 1 sene gittik, sonra korkumuzdan bıraktık çünkü birisinden, bir kız bacak açma hareketinde bacaklarını birbirinden ayırmış kırmış mı ne diye duyduk, ikimiz de birbirimizi fişekledik ve baleyi bıraktık. Org derslerine de başlamıştım sanırsam ilkokul 3. sınıfta. Öğretmenim Celal Akbulut diye bir müzik öğretmeniydi. bizim eve gelirdi derse, ablamla birlikte ders alırdık. org metodundan parçalar öğretirdi. Bir de Fatoş Gülgün ben ve birkaç arkadaşım resim kursuna da giderdik. Yaptığım bir resim Antalya'da ilkokullar arası yarışmada 1.olmuştu, ben birinci sınıftayken. bir pazar yeri resmiydi, bir sürü insan, renk renk bir resimdi. ben yapmıştım ama resim kursundaki öğretmenim de rehberlik etmişti sanırsam. Dumlupınar'a giderken, Gülgün, Gülgün'ün ablası Edibe, ben Pınar (o zaman ismimde Feride yoktu, Feride anneannemin ismidir ve 18-19 yaşlarımda, kendi isteğimle, mahkeme kararıyla eklettik Feride ismini) ve ablam Pelin (o zaman ismi Pelin'di, şimdi Pelinsu oldu) beraber yürüyerek gider gelirdik okula çünkü çok yakındı. Öğretmeniz Perihan Aral'a, Antalya Koleji İlkokulundan teklif gelmişti, ve oraya geçiş yaptı biz 4.sınıftayken. sınıftan bir grup arkadaş da koleje geçtik o yüzden. Antalya Koleji İlkokul kısmı 4. ve 5. sınıfı orada okudum, Dumlupınar İlkokulu'ndan geçen bir sürü arkadaşla beraber. ama üzülmüştüm yine ayrılıktan. kolejde İngilizce derslerimiz vardı, sınıflarda iki kişi oturuyorduk, ve çok daha az kişi vardı sınıfta eskisine oranla. sevdiğim arkadaşlarımın çoğu geçtiği için çok üzülmedim yine de. İngilizce öğretmenimiz Sibel Kamalı'yı çok severdik. Müzik öğretmenimiz Levent Aytı asık suratlı bi adamdı ama yetenekliydi. Korodaydım ve Çoksesli Müzik koromuz vardı. Tiritiritirinam tiritirinamnam tiritirinam.... Zekiye'nin saçları tritrinam, dökülüyor boynuna tritrinam, tritritrinam... diye giden bir şarkıyı söyletmişti Levent Aytı, çok sesli de harika durmuştu. Önce  bir grup girer, şarkının biraz ilerlemesiyle diğer grup ve sonra diğer grup... öyle bişiler. Çocuklukta, spor benim için koşturup durmalı oyunlar, denizde yüzmek, bisiklete binmek, gibiydi. ilkokulda profesyenelce sporla uğraşmadım. ama oyunlarda o kadar koştururduk ki, spordan çok yorardı inanın.

Anadolu Lisesi sınavları olurdu o zaman, şehrin neredeyse en zeki öğrencilerinin toplandığı okul Antalya Anadolu Lisesi'ydi (AAL) o zamanlar. Ablam da kazanmıştı ve orada okuyordu. Çalışkandı o, zekasının yanında. ama ben zekiydim ama genelde aklım oyundaydı, resim yapmaktaydı, org çalmak şarkı söylemek dans etmek. öğrenmeye özel bir tutkum yoktu. çizgi film, dizi, film de severdim, TV'ye de düşkündüm. ama ilkokul zor olmadığı için tabii, zekamla yapabiliyordum çok çalışmadan ve hep 5 üstünden 5 alabiliyordum. ama Anadolu Lisesi sınavı korkuttu beni, çünkü o ana kadar hep zekamla yapıyordum ve derste çok iyi dinlememle ve azıcık çalışma. ama AALyi kazananlar, hep çok çalışkan olanlardı sadece zeki olanlar değildi. Perihan Aral'ın çok iyi öğretmenliği, ve son sene gittiğim ÖzBilgi dershanesinin, ve Bayram Bey adlı bir Matematik Öğretmeninden aldığım özel dersin ve annemin de beni zorla ders çalıştırmasıyla, Antalya Anadolu Lisesini kazanabilmiştim. Öğretmenimiz o kadar iyiydi, ve sınıf arkadaşlarım da o kadar parlak zeki ve çalışkandı ki, bizim sınıfın neredeyse yarısı da AAL'yi kazanmıştı. ve kankam Gülgün de kazanmıştı. birkaç çok sevdiğim arkadaşımın kazanamamasına çok üzülmüştüm. 150 kişi alınıyorsa yanlış hatırlamıyorsam, ben 50'lerde bir yerlerde kazandım diye hatırlıyorum. AAL'ye kadar, miniklik ve çocukluk dönemimde; en sevdiğim, dans etmek, şarkı söylemek, resim yapmak, oyun oynamaktı. dersleri de severdim ama benim için hayat hep dışardaydı aslında, ders dışında, ya da kabiliyet derslerinde.beden dersinden nefret etmemin tek sebebi, zorla attırdıkları taklaydı. ne olacak takla atınca anlamam, çocuğa basket voleybol öğretsene. fobimdi boynumu kıracam diye. tahtanın üzerinde ters düz binbir takla attırırlardı, hatta ortaokulda bile sürdü. AAL, hazırlıkla beraber ortaokul lise birlikte toplam 7 sene süren bir okuldu. ilkokuldan farkı, spor çok hayatımdaydı ortaokul lisede, ve piyano çalmayı öğrendim ve devam ettirdim, Besim Akkuş diye harika bir müzik öğretmeninden özel dersler aldık, önce org 1 sene ablamla ve sonra 1 sene ablamla Piyano; ablam Üniversiteye gittiği için ben piyano derslerine tek başıma devam ettim. En sevdiğim Chopin ve Brahms'ın eserleriydi. Klasik müziğe ilgim de piyanoyla başladı; o yüzden hala piyano ağırlıklı eserler benim için daha özeldir... voleybol takımında lisanslı oynadım - genelde yedekte oynasam da-, çok yüzdüm, bisiklete bindim, tenis öğrendim ve oynadım, koştum,... ve hep arkadaşlarla. ortaokulda ordu gibi kalabalık grubumuz vardı, lisede de sürdü. ilkokuldan beri arkadaş olduklarımın yanı sıra, yepyeni arkadaşlarım da olmuştu; Işıl, Elif de Fatoşla Gülgün gibi en samimi arkadaşlarımdandı. Işıl'ı ben, Fatoş ve Gülgün'le tanıştırmıştım; Elif'i de Fatoş bizimle tanıştırmıştı. sevdiğim daha bir sürü erkek kız arkadaşlarımız vardı; hem okuldan hem yazlıklardan, ya da arkadaşın arkadaşından falan... şimdiki facebook o zamanlar yoktu tabii, ama dostluk arkadaşlık daha sahiciydi.

ilkokulda, fenomenlerim; Sezen Aksu, Madonna, Michael Jackson falandı... Ortaokul Lisede de her ay düzenli Blue Jean dergisi alırdım. Posterlerini sticker'larını her bir yere yapıştırırdım. Rock fenomenlerim Guns'n Roses, Bon Jovi'ydi, Queen'di. ve şimdi mp3'lerimin nostalji bölümüne baksam, bulacağım bir sürü grup. Türkçe Pop müziğin altın dönemleriydi. Kayahan , Nilüfer... Sezen Aksu'nun vokalisti diye çıkış yapan Sertab Erener, Levent Yüksel albümlerini de ezbere bilirdim, Sezen Aksu'nunkiler kadar. Yeni Türkü Yeşilmişik albümünü severdim. ve bir sürü harika Türkçe şarkı, yabancı şarkı. Eurovision şarkı yarışmaları çocukluğumdan beri favorimizdi, ve Oscar törenleri de sonradan favorimiz oldu. ortaokul lise döneminde çok sinemaya giderdik, TV'de film alternatifi olmadığı için. sonra, film müzik favorilerimi, 'bizim zamanlar' kategorisi altında zaman zaman eklicem.

bugün ve geçmişle en belirgin fark, moda çok değildi; bize de jean'ler giyerdik, bu kadar fazla markalar yoktu ama yine de zevkli giyinirdik, bazen marka bazen değil. en bilinen marka o zamanlar United Colors of Benetton'du. Beymen'den Vakko'dan giyinen sosyete vardı, ben yanına yaklaşmadım. Benetton'dan vardı bişilerim. Limon, Polo, diye markaları da severdim, ordan da vardı bişilerim. Kotta Levis fenomendi. Çocukkenki LeeCooper'ın pabucunu dama atmıştı. Ama sonra Loft diye bi marka da çıktı. ama baya sürdü Levis'in da modası. markasız kotlar da alırdım Levis yanında. hatta çocukken bi ara şimdiki dar jeanlerin yine modası vardı. neonlu renklerin de moda olduğu olmuştu.

bugün ve geçmişle en belirgin fark teknolojiydi; fotoğraf, video kamera olsa da. VHS Beta kasetli hantal videolar baya sürdü. TV'de uzun süre tek kanallı TRT1 vardı biz çocukken, sonra TRT2sini çıkardı. sonra da TRT3 ve TRT4. Star ilk özel kanaldı. sonra Show TV ve diğerleri izledi. çocukken ve lisede cep telefonu ve internet yoktu. ben üniversitedeyken, Türkiye'ye cep telefonu ve Internet'in yeni geldiği zamanlardı. Bilgisayar ben lisedeyken kullanılmazdı, üniversitede bilgisayar öğrendim. ilkokulda lisede internet de olmadığı için; kitap dergi gazete ansiklobedi yaygındı bilgi açısından ve okumak anlamında. müzik setleri vardı koca koca ya da mini, kasetler vardı, CD'ler de sonra çıktı. walkman dinlerdik içine kaset takıp. neredee dijital ipodlar telefonlar fotoğraf makineleri kamerlar, ohoo yoktu biz çocukken ve lisede.

çocukluk ergenlikte lisede sevdiğimiz diziler; Charles iş başında, Altın Kızlar, Cosby Ailesi, Kuzen Larry, Evimiz Hollywood'da falandı. Türk dizilerinden Bizimkiler'i severdim. Arkadaşlarım Süper Baba'yı severdi, onu pek izlemezdim, neden hatırlamıyorum herhalde tek kanallı döneme denk gelmemişti. Bir de bi ara ben ilkokulda ve ilkokulu bitirdikten sonra mı ne, Brezilya Dizileri modaydı. Marianna'yı severdik. Bi de Amerika'nın bize kakaladığı her gün süren bir Yalan Rüzgarı diye dizi vardı ki (Young and Restless) bıktırsa da izlerdim onu yaaa. Ama Hayat Ağacı dizisini çok severdik, o bıktırmazdı ve heyecanlıydı. Brezilya Dizileri ve Amerika'nın kakaladığı bazı arkası yarınlı abuk dizilerden farklıydı. Türk filmlerini de severdik, ama çocukken daha çok; Kemal Sunal serileri, Şener Şen fenomen filmleri, meşhuur Türkan Şoray Hülya Koçyiğit, Kadir İnanır, Tarık Akan, filmleri... Hababam sınıfları, Metin Akpınar-Zeki Alasya... çocukken sevdiğimiz çizgi filmler; Şirinler, Taş Devri, Tom ve Jerry, Red Kit, falandı... Superman kahramanımdı. He-man diye bir çizgi film vardı. ve Japon Çizgi filmleri olağanüstüydü. ama tabii şimdiki yok bilmem kaç boyutlu animasyonlu binbir teknikli süper çocuk-yetişkin çizgi filmleri animasyın filmleri kadar olmasa da idare ederdi. Susam Sokağı diye bi program vardı, ben büyümüştüm o varken, yine de izlerdim abuk sabuk programlarını bile. çocukluk-ergenlik-gençlik favori fimlere müziklere programlara, zaman zaman 'bizim zamanlar' başlığı altında eklemeye devam edicem, şimdilik bu kadar.

biz çocukken falan da pizzacıya hamburgeciye giderik (artık çok şükür yemiyorum, GAPS bağırsak diyetindeyim bir ömür boyu sürecek) gezerdik tozardık; ama şimdiki kadar hazır gıda, ve binbir fastfood restoranı o zamanlar yoktu. McDonalds bir tane ilk kez Antalya'ya Atatürk Caddesine ben Lise1'deyken mi ne açılmıştı. çok güzel restoranlar, kafeler vardı ben lisede ilkokuldayken de Antalya'da; ama böyle Starbucks zincirleri, fastfood zincileri gibi zincirler daha yoktu. pasajlar vardı ama AVM'ler de yoktu.

1978'den 1996 yazına kadar hep Antalya'daydı hayat benim için, sonra Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünü kazandım ve hayat İstanbul'da devam etti. Hayatımın ilk 18 yılı Antalya ağırlıklı ve ikinci 18 yılı İstanbul ağırlıklıdır; arada tatiller dışında, ve 2009 Ağustos sonu-2011 Aralık sonu arası ve sonra birkaç gidiş daha  ABD'de Virginia Eyaletinde Norfolk şehrinde bir aram var İstanbul'a (doktora eğitimi için gitmiştim ama sağlık sorunlarım nedeniyle bırakmak zorunda kaldım, net ABD'de kalışım 2 yıl 1 hafta oluyor). Burada bahsettiğim 'bizim zamanlar' Antalya ağırlıklı geçmişimdendi. internetin cep telefonunun teknolojinin Türkiye'de ivme yaptığı 1996 sonrasındaki 90'lı yıllara da sonra başka yazılarda değinirim.

hoşgörü

ya , evet hoşgörü
çok unuttuğumuz bir kelime ne yazık ki.
dünya gezegeni olarak unuttuğumuz bir kelime. Türkiye olarak da unuttuğumuz.
tarihte yıllarca süren savaşlar, onları bir kenara bıraktım, zaten dünyanın tarihinin gerçeği ama dilerim yeni gerçekliğimiz olmasın,
ya, birbirimize gösterdiğimiz taahamülsüzlük?
nefret, öfke...
farklı fikirlere, inanışlara taahamülsüzlik?
farklılıkların uyumunu yakalamadığımız müddetçe,
sorunlar devam eder.
ülke boyutlarına karışmak istemiyorum; dünyada binbir ülke bayrağı var ve her birinin farklı yönetim yapısı, benzer de olsa asla aynısı olamaz tabii ki.
ama en azından, insani ilişkilerimizde kabul edebilsek birbirimizi...
onaylamak zorunda değiliz, ama hoşgörü bile lüks kaçıyor daha karşımızdakini kabul bile edemezken.
kimseyi kendimize benzetmek zorunda değiliz, bırakın insanlar neye benzemek isterse benzesinler, ne düşünmek isterlerse düşünsünler, neye inanmak isterlerse inansınlar.
bilginizi  paylaşın, fikrinizi paylaşın, önerinizi paylaşın, paylaşın da paylaşın ; ama bırakın size uymak tercihleri onların olsun. bu dediğime uyup uymamak da sizin tercihiniz tabii ki.
diğerlerinin, kendimizden başkasının yaşam hakkına saygısızlık müdahale etmek zaten insanlık dışı.
'hoşgörü' kelimesinin bile lüks olduğu bir çağdayız.
savaşı, cinayeti, ve binbir suçu hoşgöremiyorum tabii, bunlardan bahsetmiyorum, ama onlarda bile dinamikleri bilmek lazım kişileri suçlarken, bazen kişiler hedef tahtası olsa bile arka plan farklı olabiliyor.
ama en azından, hayatın içinde, ya da internette, ilişkilerde,
biraz anlayış, hoşgörü.
geçtim hoşgörüyü,
en azından nötr olmak. buna bile razıyım.

13 Haziran 2014 Cuma

gerçekten sevmek

yine çıkış noktam kedilerimiz... Walter'ı severken, kucağıma alırken, koklarken, ... onunla oyun oynarken, onu uyurken izlerken; ya da Romeo'yu aynı şekilde, ya da Jennifer'ı (Jenny çok sevdirmez dokundurtmaz da, bebekken çok sevdirirdi de değişti, o yüzden erkek kedilerimizi anlattım daha çok)... hissettiklerimi; size onları fotoğraflarken, ya da video'ya alırken anlatamam, aktaramam, bu İMKANSIZ! aynı şekilde, birinin fotoğraflarına bakmak, ya da videolarını izlemek, şarkılarını dinlemek, ya da röportajlarını okumak, ya da kitaplarını vb.... onu sevmek demek olabilir tabii ki; deriz şu şarkıcıyı film yıldızını yazarı sevdim, ya da severim vb.... tabii ki elbette katılıyorum. ama sanırım çocuğunu sevmek aynı kedilerimizi sevdiğim gibi bir his olmalı. binbir kedi var, binbir şirinlikler maskaralıklar yapan videolarda youtube'larda bulabilirsiniz, şirinlik abidesi olanları, ya da görsel muhteşemlik abidesi olanları, şaklabanlıklar yapanları, ya da kahramanlıklar, ya da ya da... ama onlara bakıp onları sevimli bulabilirim. ama hiçbiri kediciğime sarıldığımda ona dokunduğumda onu sevdiğimde hissettiğim duyguyu asla veremez, onu kucağımda uyuya kaldı diye saatlerce onu uyandırmamak için kıpırdamadığım gibi onun için yaptığım çoğu fedakarlığı da yaptıramayabilir... çok kişiyi severiz, ya da yapıtı... ama bir annenin evladına sarıldığında hissettiği o ılık duyguyu hiçbir duygu tarif edemez bence, bu hissi tahmin edebiliyorum. ve isterim ki, aşık olayım ve sevdiğim erkek de dünyalar yakışıklısı olmasa da ya da fotoğraflarda videolarda fotojenik de olmasa, ya da binbir mahareti marifeti de olmasa ya da becerisi,Walter'ımı sevdiğim gibi, ona sarıldığımda da dünyada hiç hissetmediğim o sevgi akışını hissedebileyim isterim. Bunun için de, kedimden deneyimlediğim kadarıyla söylüyorum; o kişiyle çok vakit geçirmek, onu tanımak, onunla paylaşmak gerekiyor. çünkü zamanla insan onun eşsizliğini anlıyor ve arasında kimseyle ya da hiçbir canlıyla daha önce kurmadığı bir yakınlık oluyor hem ruhsal duygusal olarak hem de birbirine dokununca hissettiği. elbette, her insanla da bu yakalanmaz, doğru kişi ya da kişiler dediğimiz de bu olsa gerek.. ama parıltılı görselliklere aldanıp, belki de dünyada başka hiçbir kimseyle yakalayamayacağımız bir sevgi paylaşımını yaşayabileceğimiz diğer bir kişiyi es geçmeyelim. ya da parıltılı görselliğinin duygusal anlamda boş çıkabileceği düşüncesiyle ön yargıyla yaklaşarak, bir ömür boyu sürebilecek bir dostluk ya da aşk sevgisi ilişkisini baltalamayalım.

Aldanma

ALDANMA silikonlu dudaklarıma sarı uzun boyalı takma saçlarıma protezli kalçalarıma silikonlu göğüslerime ve ultra topuklu ayakkabılarıma... .. ...
onlara bakarak sanabilirsin ben bir süs bebeğiyim ve kafası boş sadece görsel bir objeyim
aldanma,
iyi bak,
sadece dışa değil.
konuş, sohbet et, paylaş; hislerime bak, duygularıma; beni tanımaya çalış.
ben de bir insanım, ve sandığın kalıplarda biri de değilim.
ön yargılarını yık, benim de insan olduğumu unutma;
ağlayan, gülen, mutlu olan, hayalleri, umutları, acıları olan, bir geçmişi ve geleceği olan.
insanları binbir kalıba döküp önyargıda bulunuyorsun ama
önce bir tanısan.

ALDANMA diplomalarıma. dünyanın en iyi üniversitelerini bitirebilirim, her bir diplomam sana dünyanın en değerli mücevherleri gibi görünebilir. diplomalarıma, kariyerime, başarılarıma aldanma. Ya da başarısızlığım, eğitimsizliğim; pırlanta beynimi zekamı yeteneklerimi görmezden gelmene yol açmasın. diplomaların altında da bir insan var. onu gör.
ne ezil karşımda, ne de benimle kariyer başarı yarışına gir, ne de ez beni.
aldanma.
önce diplomalarını elinden aldığında, ve tüm kariyer başarılarını,
altından hangi insan çıkacak,
onu görebililyor musun, işte ona bak.

ALDANMA servetime, büyük köşklerime, malikanelerime, dünyanın her bir köşesindeki cennet bahçesi yalılarıma evlerime arazilerime çiftliklerime, mal varlığıma, sahip olduklarıma, tasarım harikası arabalarıma yatlarıma katlarıma, eşyalarıma, servet biçip aldığım sanat eserleriyle dolu evlerime aldanma. bundan ne kork, ne de sahip olduğum bu servet bu para mal varlığı yüzünden, beni değerlendirmen değişmesin. onun altındaki insanı gör önce, onu sevebilecek misin ona bak. al bakalım tüm varlığını elinden, geriye ne kalacak, ortaya nasıl bir insan çıkacak, işte onu tanı önce.

ALDANMA görünüşüme. pasaklı kirli demode kıyafetlerime, ya da bakımsız görünüşüme, ya da modadan bihaber tarzıma. ya da moda ikonu gibi görünüşüme. aldanma konuşmama, şiveme, aksanıma. aldanma kültürüme, hangi ülkeden hangi şehirden köyden kasabadan çıktığıma. sıska mı şişko mu olduğuma, bakımlı mı bakımsız mı olduğuma aldanma. aş bunları da. bakalım bana baktığın bu görsel gözlüklerin hepsini atınca gözünden, nasıl göreceksin beni.

ALDANMA statüme. Olabilirim prens, prenses, kral, kraldan kralcı ya da. olabilirim başkan müdür ceo ya da sadece bir temizlik görevlisi... bana bakarken benimle konuşurken bana baktığın bu statü gözlüğünü at, aldanma. altındaki insanı gör önce, bakalım altından nasıl bir insan çıkacak bu ön yargı gözlüğünü kaldırdığında.

ALDANMA bana bakarken. geçmişte tanıdığın insanlarla ve kalıplarınla ve öğrendiklerinle ve önyargılarınla bakma. aldanma dış görünüşümdekine, banka hesabımdakine, diplomamdakine, geçmişimdekine, yanımdakine. gözlerimin derinliklerine ve kalbimin derinliklerine bak, oradaki insanı tanı. orada bir insan var, aynı senin gibi. ne fiziğiyle, ne yaptıklarıyla, ne şanı şöhretiyle, ne servetiyle ne de statüsüyle tanıyamayacağın asla asla. ben bir insanım, hisseden, yaşayan, deneyimleyen, korkuları olan acıları olan hayalleri olan öğrenen öğreten gelişen hata yapan başarı yapan doğru yapan yanlış yapan bazen güçlü bazen güçsüz... bir insan var karşında. kalbinin, ruhunun, gözlerinin, sözlerinin derinliklerine bak. o, pazarda seçtiğin bir domates ya da patates değil, alışverişte seçtiğin kıyafetlerden ayakkabılardan da değil. o bir insan. dikkat et, kırabilirsin, incitebilirsin, yaralayabilirsin; ama kalbini de kazanabilirsin, yüreklendire de bilirsin. ve hepsinden öte, hepsinden önemlisi, biliyor musun, onu seve de bilirsin.

12 Haziran 2014 Perşembe

günün fotosu

yine güzel bir haziran günü, yine güzel bir güneş ve hava, balkonda çalışıyorum, bir küçük kahve molası, ve işte kahve fincanımı gördünüz iki kuş sohbet ederler dalda, ve evet tam da o sırada karşı apartmanlardan birinde bir kuş da damda belirmez mi, fotoladım tabii hemen. saatlerce de takıldı orada, herhalde o da bir tür kahve molası vermişti, uuzuun uzun dinlendi, bizim muhiti sevdi galiba. pek bir gururlu mağrur havalı bir kuş, zaten kuşların çoğu da öyle değil mi... insan olduk tam donanımlıyız ama bizden çok daha minik ve az donanımlı bu kuş denen mahluklar, ne de özgürce süzülürler gökte, o ne muhteşem bir his olmalıdır hafif ve yukarıda olmak. bu karede insan gözüyle kuşu görüyorsunuz; ne de isterdim bi de onun gözüyle bakabilmek kendime, ne düşünürdüm acaba kuş olarak... uzaktan selamlaştık, sevgili kuş ile, ara sıra da hep bakıştık, yine damlamasını isterim bu dama ara sıra, onu mutlaka tanırım, çünkü hiçbir kuşun bu kadar saatlerce damın ta ucunda o şekilde takılabileceğini sanmıyorum. özgün bir kuşmuş. neyse, paylaşmak istedim günün fotolarımı sizinle, bir tebessüm de sizde bırakabilmek adına. sevgiyle... 



Annemle sohbetimizden 5

annemle paylaştım bugün blog yazmaya başladığımı, daha önce de bahsetsem de, tam duymamış olacak ki, yine anlattım ve daha çok da kendim için hazırladığımı söyledim. yani, sanki hatıra defteri tutmak gibi düşün anne, dedim. üzerine fotolarını yazılarını eklediğin, ve müzikler şarkılar şarkı sözleri resimler fotolar alıntılar, paylaşımlar da... bunu sadece internet üzerinde tutuyorum farkı o sadece, dedim. peki, dedi annem, çok özelini yazıyor musun o zaman. dedim, yok çok özel de yazamıyorum tabii, ama yine de bir tür kendimi ifade edebiliyorum da, ama, sonra kariyere tekrar başlarsam, kaldığım yerden olmasa da, farklı bir alanda sektörde pozisyonda görevde vb. ne olursa olsun, bloguma bakılır ve ne düşünülür diye düşünürsem dedim, bizim Pınar Hanım, internette neleer neler paylaşmış bak bakalım demezler mi, adımla blog yazdığım için de çok aleni oldu... ama diye devam ettim; bu internet çağında, artık herkes internet kimliklerine de alışık. yani, gündüz tüm gün çalışan hele ciddi ciddi işlerde çalışan kişilerin çoğu bile akşamları internetin başına geçtikleri zaman, internet kimliklerine bürünebiliyorlar, her zaman kendi isimlerini de vermeyebiliyolar; hani, bizim zamanımızdaki süperman kahramanının yaptığı gibi, dedim. Clark Kent gündüzleri sıkıcı sıradan gözlüklü bir gazeteciydi, ama geceleri süperman olduğunda, bambaşka biri olurdu ve kahramanlıklar yapar herkesin hayatını kurtarırdı... şimdi herkes hayat kurtarıyor anlamında demiyorum, ama internet sayesinde, sıkıcı sıradan monoton hatta çoğu zaman yıprandığımız didindiğimiz uğraşıp durduğumuz günlük yaşam serüveni, internet başına geçtiğimiz zaman değişip tekrar kendimizin kahramanı olabiliyoruz, yaşamak istediğimiz dünyayı yaşayabiliyoruz. sanal dünya aslında bize bir anlamda, eşitsizlik dolu ve kısıtlı kalıplı dünyamızda bir kaçamak yapıp ara ara hayal dünyamızı zenginleştirip özgürce kendimizi ifade edebilmemize de neden olması bakımından da iyi oldu bir bakıma. bu yüzden, twitterlar facebooklar bloglarda yazıların resimlerin müziklerin fikirlerin uçuştuğu günümüzde, iş kariyer başarımız kimliğimiz vb. ile, özgür beynimizle yaptığımız üretimlerimizin karşılaştırılıp yargıya varılması artık çok abes bir durum oluyor. sınırsız sonsuz internet ve sınırsız sonsuz paylaşımlar üretimler; binbir kuralla yargıyla önyargıyla sınırların çizilip çerçeve içine alındığı hapsedildiğimiz dünyamızda, herkes için her yaştaki insan için ve her kültürden ülkeden insan için belki de bilişsel-sosyal-ruhsal tatminsizliklerle dolu bilinç için bir tür okyanusa açılan kapı oldu - isteyenin gemi ile bir dolu insanla gezdiği, kiminin yelkenliyle tek başına ya da çift başına açıldığı, kimininse bir kürek takımı ile açıldığı, ama kimsenin Titanik gibi batma riskinin olmadığı -. kilit vurabilirler hayatta fikrinize, sözünüze, duygunuza, ruhunuza; ama lütfen kimsenin ama kimsenin internette bari duygularınıza, fikirlerinize, paylaşımlarınıza kilit vurmaya çalışmasına, onları sansürlemeye çalışmasına, ya da sizden çıkmasını engellemesine izin vermeyin! bu dünya eğer böyle bozuk düzenle gidecekse; eşitsiz adaletsiz kısıtlı baskılı kalıplı sınırlı engelli.... bari bıraksınlar, internette istediğimiz kişiler olabilelim, istediğimizi söyleyebilelim, paylaşabilelim. zaten, isteyen istediği kanalı zap yapabildiği izlemeyebildiği gibi, internette de istedemedikleri paylaşımlara da gözlerini ya da kulaklarını kapatabilir. ancak, sadece benim istediğimi söylemiyorsun, benim hoşuma gitmediği gibi ifade ediyorsun, şununu bununu beğenmedim diye tümden sansür, tümden engellemeler; bu kısıtlı engelli dünyada, bir bariyer daha oluyor. bırakın insanlar internette bari kendilerinin kahramanları olabilsinler; filmlerde izledikleri fantastik filmleri ya da hayranlık duydukları kahramanları ya da hayali kişilikleri pasif olarak sadece izleyerek 3-4 saatle yaşamasınlar, kendi dünyalarını özgürce yaratabilsinler ve herkes birbirinin dünyasını paylaşmakta özgür olsun. ekonomide "bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler" sözü yüzlerce yıldır uygulamada, ama nedense iş, "bırakın söylesinler, bırakın kendilerini ifade etsinler" demeye gelince, aynı bakış açısı kuma gömülüyor, kulaklar tıkanıyor. açık fikirliliği; özgürce giyinmek, cinsel özgürlük, ekonomik özgürlük, vb vb vb olarak görenler sadece; kafataslarında taşıdıkları ama pek kurcalamdıkları beyinlerinin çiplerini açmaya ve özgürce düşünüp bakabilmeye gelince iş, açık fikirliliği çöpe atabiliyorlar.

not: sohbetlerimden notlar derken, bahsettiklerim, annemle sohbetimiz sırasında, bende fikir tohumu olan konuşmanın, sonradan yazarak burada geliştirmemdir. bunlar, annemin fikirleri değildir. kimsenin iznini almadan, özel sohbetteki konuşmalarını paylaşmak istemem. sohbetlerimden notlar derken de, bunu kastettim. fikri kendim kendi kendime düşünürken oluşturmadığım için de, kiminle sohbet ederken fikrin tohumunun oluştuğunu da söylüyorum çünkü biriyle konuşma halinde bir fikir çıkarsa, onun sinerjiden etkileneceğini düşünüyorum. düşünce de bilinçaltı ve kollektif bilinç sinerjisinden etkilenir muhakkak, ancak yine de en azından konuşurken sinerji kaynağı olan özneleri bilebildiğim durumlarda, bunları 'sohbetlerimden notlar' başlıkları altında toplamayı sürdüreceğim.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Annemle sohbetimizden 4

dün anneciğimle Tarabya sahilinde bir kafede oturmuş sohbet ederken, boğaza bakarken, anneme dedim; İstanbul'da Boğaziçi köprüsünden milyon kere geçsem yine de bıkmıyorum, kar yağışlarından da her kar yağdığında bana çok özel geliyor diye, kuşları da öyle... Her köprüden geçişimde, her kar yağdığında sanki ilk kez görüyormuşum gibi heyecanlanıyorum öyle bakıyorum, ve daha önceleri de kuş görsem de, bıkmıyorum, İstanbul'da her kuş özel geliyor. Herhalde Antalya'da doğduğum için, tamam orada da binbir kuş var tabii ki. Ama ilginçtir ki, Antalya'nın da her gün batımı gün doğumu manzarası, muhteşem Konyaaltı sahili ve denizi, Beldibi'si, Kemer'i, Side'si, Kaş'ı... büyüleciliği de benim için aynı heyecan vericiliktedir. bazı güzelliklere o kadar aşık oluyorum ki, bana her görüşümde özel geliyor ve fotoğraflamak istiyorum. her bir kuşunu İstanbul'un, her bir kar yağışını, her boğaz manzarasını, köprüden her geçişimi; Antalya'nın her gün doğumunu batışını denizin üzerinden... bıkmam asla asla... sonra da anneme de onu söyledim; "aşk biriyle diğerleri arasındaki farkın fazlaca abartılmasıdır" diye bir söz varmış dedim; dünyanın binbir köşesinde deniz var, köprü var - belki bir İstanbul boğazı yok ama- , manzara var, doğa harikası var, var da var. ama aşk işte, aşk işte, n'apalım...

kısa bir Tarabya sahili molası...

dün, yani 10 Haziran 2014 günü, dışarı çıkmadan önce kedicim Walter'cığımı çektim resimledim, sonra da aynaya bakıverdim, aaaa günlerdir, ne zamandan beridir de ilk kez kendimi çok bi beğendim ve bi aynadan selfie'ledim, sonra da resmimi biraz önce png'de süsledim renklerdirdim ve ekliyorum... Walter'ımın resmini de ekledim çektiğim, bir de dışarıya çıkıp Tarabya sahiline indiğimizde çektiğim bazı resimleri de ekleyiverdim, maksat yeşillik olsun... Tarabya sahillerine bekleriz efendim, Boğazın her bir yeri muhteşem de olsa, eşsizdir Tarabya da...

ben oluyorum bu sevimli şey, nam-ı değer Pippi Uzunçorap; diğer çok sevimli şu tüylü grili kedi de, çok sevgili Walter oluyor; nam-ı değer bizim evin Paşası, tontonum, kalbimin de parçası...
 
















                                                                                                                                     
Güneş'imizi yakalamışken, haydi bir selfie;
Güneş, ben ve çiçekler, Tarabya sahili, denizi ile de...  


bu çok hoş bayan da; çok sevgili anneciğim, biriciğim, kalbim























Tarabya sahilinden birkaç kare ile fotoğraf paylaşımı sona eriyor, ama her yeni gün; fotoğraflanacak binbir kareyle, fotoğraf makinesine basacak parmak uçlarını bekliyor...

10 Haziran 2014 Salı

nefret?

etmiyorum nefret.
etsem de, asla beddua tarzı konuşmam olamaz, ve niyetim de.
bana kötülüğü olanlara da, yakınlarıma kötülüğü olanları da, ya da dünyaya kötülüğü olanları da;
karmaya bırakırım

ve karma ile, her şey en güzel şekilde hakkını yerini bulur zaten...
dişe diş de demiyorum
ve kötü hiçbir şey dilemiyorum
nefret etmiyorum

geçenlerde güzel bir söz takıldı gözüme;
nefret sadece nefret edene zarar verir, diye.
nefret edene döner nefreti aynen geri.
nefret, nefret edilene değil, edene zarar verir sadece.

nefret kelimesini, nefis et diye değiştiriyorum kendi lügatımda;
ve nefret edenlerin, nefislerini terbiye etmelerini diliyorum;
böylece nefret duygularına yenik düşmezler
ve kendilerini zarardan koruyabilirler

Arayış...

spiritüel bir bakış açısıyla, ya da tinsel; ruhsaldır arayış;
      yeni eski inanışlar, şifalar, ruhsal tekamül ile ruhsal arayış sürer...

bilimsel bir bakış açısıyla ise, bilinmezliğedir arayış;

kariyer peşinde koşan için, daha iyi bir iş, ya da daha üstte bir mevkidir arayış;

haz eğlence peşinde koşan için, daha fazla mutluluk haz getirecek ne varsa onun içindir arayış;

mutluluk peşinde koşan içinse, arayış acılarından kurtulabilme yollarıdır;

sağlık daha fazla sağlık için, ya da iyileşme için, arayış yeni buluşlardadır, ya da eskilerin altın bilgilerinde, doktorlarda, hastahanelerde, sağlık bilim kitaplarında, tavsiyelerde...;

aşk-sevgi peşinde koşan için arayış; sevgilidir dosttur arkadaştır eştir, doyuma ulaşılmazsa arayış sürer gider ta ki doyana dek....

para peşinde koşan için ve zenginlik; arayış ya yeni iş fırsatları, ya para getirecek tüyolardır; ya da bahisler, kumarlardır...

bu süreeer gider...

aramayan insan yoktur; telefonla aramayı kastetmiyorum ya da google'da aramayı. bahsettiğim; 'arayış' , 'arama' değil...

kendime dönüp baktığımda, arayışlarım dönem dönem değişti; bazen kariyer, bazen aşk, bazen bilgi, bazen kendimi keşif, bazen bilinmezliğe duyduğum ilgi, bazen de mutluluk.... şu anda arayışım ne mi; aşk aramıyorum romantik anlamda zamana tesadüflere hayata bırakıyorum; iş-kariyer konusunda bir bekleme molasındayım tekrar arayışımın başlamasını bekliyorum; mutluluk arayışım bitti çünkü içten gerçek ve koşulsuz mutluluğa erişebildim; sevgi ilgi arayışında değilim çünkü ailem kedilerim vb... yetiyor bana ve daha fazlasını da zamana bırakıyorum. bilinmezliğe duyduğum ilgi hala çok dingin ama alanları değişebiliyor zaman zaman. ama sanırım şu anda en çok bilinmezliğe ilgim var. Hayatın dünyanın gezegenin insanın bilinmezliklerine ve bilinmezliklerin keşfinde insan ırkının paylaşımında payıma düşen neyse, onun da bana nasip olmasını diliyorum. insanların farklı farklı alanlarda yaptıkları bilinmezliklerin ışığa çıkarımını sağlayan her türlü keşfe ve bilgiye de ilgim sonsuz...


9 Haziran 2014 Pazartesi

kira kontratı

senin değil;
emeğinle çalışıp kazandığınm milyonlar bilyonlar
kafanı koyup huzurla uyuduğun yatağın
dönüm dönüm arazilerin
altınların mücevherlerin
çocukların kedilerin köpeklerin çiçeklerin
sevdiklerin sevmediklerin.
bu dünya
senin değil
burası kiralık.
bu dünyaya kiralık geldik,
satın almadık dünyayı.
hisselerini bıraksan da milyon soyuna
genlerini bıraksan da
ya da sansan da dünya benim
bu dünyaya yaptığımız kısa bir gezinti sadece
sana gelse de bir ömür.
100 yıl da olsa yaşam,
ışık hızında ya da evren hızında
bir rüya uzunluğunda belki de.
ve binbir şey sığdırdığın hayatına maddi manevi
binbir eğlence serüven
geride kalır sen gidince bu dünyadan.
gözünü açınca geldiğinde dünyaya
kira kontratı başladı
ve sen gözünü kapattığında da son kez, kontrat bitecek.
ve tekrar açtığında başka bir bedende
ya da farklı bir gerçeklikte,
yanında getirdiklerin bu dünyadan;
ne hisseler ne de kısadan hisseler olacak,
çırılçıplak geldiğin gibi gideceksin.
bu dünyadan ne mi götüreceksin yanında?
ne bırakırsan bırak arkanda,
ve kim ne kadar anacak olursa olsun seni arkandan;
sadece deneyimlerini götüreceksin yanında.
ama herkes deneyimler ki her an,
yoo, o deneyimlerden ne öğrendiğin,
ne kadar geliştiğin,
deneyimleyen ruhuna ne kattığın,
onu götüreceksin yanında işte.
o yüzden;
'deneyimle deneyimlediğin kadar çok' lafı o kadar da önemli değil aslında,
eğer ruh ondan hiçbir anlam çıkaramazsa.
her ruh bu dünyaya gelen,
anlamını anlamalı serüveninin.
kontrat bitince, son kez göz kapanınca,
ya dünya ağlar senin için
ya da gezegen
ya da doğa, gidiyorsun diye
ya da hiçkimse göz yaşı sökmez.
belki bırakmışsındır arkandakilere servet
ya da sadece bir hırka.
belki katkılarla gitmişsindir dünyadan,
belki de yaptığın zararlarla;
bunlar da karmandır senin elbette,
ama ya kendine ya çevrene ya dünyaya
verdiğin katkılar ya da zararlar
ne olursa olsun,
bu seni nasıl dönüştürdü, bu da önemlidir.
çıplak gelip çıplak gittiğin yerden,
evren için bir rüya sürelik bu ömürden
senin neydi son sözün,
nasıl bir ruhtan nasıl bir ruha dönüştüğün;
işte o senin götüreceğin yanında
ve işte o, mezar taşına yazdıracağın.

                                             ----
                                 x, hırs kurbanıydı kontratı başladığında, artık hırsından özgürleşebilmiş bir ruh olarak kontratı bitti dünya ile
                                 x, kıskançlık kurbanıydı kontratı başladığında, artık kıskançlığından özgürleşmiş bir ruh olarak kontratı bitti dünya ile
                                 x, anlık arzularının heyecanlarının kurbanıydı kontratı başladığında, artık anlık heyecanlarına yenilmekten özgürleşmiş bir ruh olarak kontratı bitti dünya ile
                                 x, güvensizliğin kurbanıydı kontratı başladığında, artık güvensizliğinden özgürleşmiş bir ruh olarak kontratı bitti dünya ile
                                            ----

benim, bugün ölsem, kendim için yazdıracağım şu mezar taşıma, bu anlamda; ama tabii ki, mutlaka değişecektir ben yaşadıkça, daha da aşmam gerekenler olacaktır:
                                   "hayallerle doğdu ve hayallerde yaşadı hep; geleceği mutluluğu hep gelecekte ve hayallerde aradı; ama artık, an'ının kıymetini bilen ve her andan ve hayatının her aşamasından mutluluk duyabilecek şükredebilecek bir ruh olarak kontratı bitti dünya ile" :)

                                          ----

eski senelerde, ve bu yıl içinde ölümle ilgili okuduğum bir kitapta da yazar (Peter Kostenbaum), mezar taşınızı yazın şimdiden, o size yaşamın değerini anlatır, diyordu. benim yazdığımla aynı değil demek istediği tam, ama aklıma da geldi o kitap şimdi mezar taşı sözünden, kitaplığımdan alıp kitabın adını da eklerim buraya bir ara.

herkese uzun sağlıklı mutlu bir yaşam dilerim; yaşamı paylaştığımız diğer'lerine de yaşam hakkı tanıyarak ve bu dünyada, tek başına bir adada olmadığımızı da unutmayarak...
sevgiyle,
f.p.z.

9 Haziran

19 Mayıs'ta düğünü olduğundan bahsettiğim sevdiğim bir arkadaşım Burcu'nun bugün doğum günü. her sevdiğim kişinin doğum gününü yazmaya kalksam baş olmayacak. Düğününü yazmıştım blogumdan kutlama amaçlı arkadaşımın, çünkü o gün hatta o anda oluyordu düğünü; ama geçmişten özel günlerin hepsini yazsam her gün, blog o zaman özel günler kutlamasına dönüşür. o yüzden bilelim ki; her gün özeldir. bazı günler ise kimileri için daha da özeldir :) Doğum günün kutlu olsun Burcu'cuğum, nice mutlu yıllar sevdiklerinle... ayrıca bugün doğum günü olan tüm hayattaşlarımı da kutlarım; yani geçmişten bugüne geleceğe, hayatı yaşamaya deneyimlemeye bu dünyaya gelen tüm hayattaşlarımı, her canlı türünden, sadece insanlık da değil. hepimiz aynı atmosferi soluduk, aynı magmanın üzerinde yaşadık, aynı güneşle beslendik...

benim için 9 Haziran'ın önemi daha farklı. çünkü geçen sene, 2013'de bu zamanlar yani 9 Haziran'da - gerçi saat olarak farklı-, hayati bir tehlike atlattım, nasılını niçinini anlatıp çok özelime girmeyeyim. ama arkadaşımın doğum günü olan bugün benim için ölüm gününe dönüşebiliyordu neredeyse. bu deneyimim belki acı vericiydi, ama beni çok farklı bir bakış açısına yöneltti. farklı bakış açısına ve yaşam şekline sahip olmak için ölüme yakın deneyim yaşamak gerekli değil. her gün ölen insan da hayvan da bitki de var; kendinizi onun veya onların yerine koyarak, hayatın değeri konusunda ve ölümsüz ruhlar sonsuz ruhlar da olsak, bu dünya üzerindeki deneyiminizi yaşadığınız beyniniz aklınızla bedeninizle geçiciliğinizin de bilincine vararak; bedeninize de ruhunuza da daha iyi bakabilirsiniz ve hayatın her anına değer verebilirsiniz, anlık mutluluklar için sağlığınızı riske atmazsınız. ya da bazıları diyebilir ki; "ee zaten geçici hayat diyorsun, öleceğimiz ne zaman belli değilken, o zaman anlık zevklerden niye mahrum olayım ki; bir dilim pasta yiyeyim, ya yedikten sonra öleceksem, o zaman onun değerini iyi bileyim, tadını çıkarayım", e bu da bir bakış açısı tabii, neyse, konuyu sarptırmayayım yine. herkes istediği gibi yaşar tabii. bir adam şey demiş; "evet sigara öldürücüdür biliyorum, ölümüm bundan olacak kadar da sigarayı seviyorum" :)

şu anki felsefemde, hayata bakış açımda; çok daha özgürlük var. eskisi gibi maaşlı bir işim olmadığı için, ya da düzenli sabah 8 akşam 6 ile işe gitmediğim için de değil, ya da öğrencilik ya da yarım bıraktığım doktora dönemlerimdeki ders sınav ödev makale vb. sorumluluklarının yükü olmadığından da değil. yine var sorumluluklarım, başka alanlarda da olsa. özgürlüğüm bunlardan değil; kendime koyduğum mutlu olma şartlarımı kaldırmamdan, ki hiç bilincinde de değilmişim onların meğer, o olmazsa olmazların...

belki ölmedim geçtiğim 9 Haziran'da, ve bu konuda, yaşamam konusunda bana yardımı olan tanıdığım tanımadığım yakınım olan olmayan insanlara da buradan teşekkür etmek isterim. ama Tanrı'nın daha ölmemi istemediğini de anlamış oldum, daha vaktim varmış demek ki. şu anda yaşamın değerini biliyorum ve ölümden de korkmasam da, ama zamanımın daha gelmemiş olduğunu da anladım. şununla bitirmek isterim cümlemi; yaşamımızın değerini anlamak için ve gerçekten mutlu olmak için, hayati tehlike atlamayı beklemeyelim. Yaşamıma sahip çıkıyorum yine, ve yine yaşıyorum, yine hedefler hayaller de koyacağım önüme; ama google+'da hakkımda bölümüne de yazdığım gibi, yeni bir başlangıç yapıyorum; ve buna, 2013 yazı gibi başlasam da, bilincine ermem, 2014'lerde oldu. hayat yeni başlangıçlarla dolu olabilir aynı hayatta, ama bazı başlangıçlarınızın gerçekten farklı ve mihenk taşı niteliğinde olduğunu da bilirsiniz.

8 Haziran 2014 Pazar

niye müzik dinleriz

bir taksiciyle sohbetimde taksiciye yabancı müzik radyo frekansını açmasını rica ettiğimde,
yabancı müzik sevmediğinden bahsetmişti, nedeni sözlerini anlamadan ne anlamı varmış ki...
ona dediğimi hatırlıyorum, ben sözlerine hiç dikkat etmeden dinlerim hem yabancı müzikleri hem türk müziklerini
ondan sonra da dikkat etmiştim, gerçekten sözlerine dikkat ederek, sözünden dolayı şarkıyı seven de çok insan vardı...

benim için öncelik hep müzik, ses olmuştur yani; ezgi melodi beste aranjman ve söyleyenin sesi...
bazen hem sözlerinden inanılmaz etkilenip hem müziğinden de inanılmaz etkilendiğim şarkılar oluyor
onlar tam onikiden vuruyor işte.
klasik müzik eserlerinde, spiritüel ya da new age şarkıların sözsüz olanlarında da zaten sadece müziğe bakıyorum.

ama şimdi aklıma takılan bir soru;
nasıl oluyorda sevdiğim şarkıların çoğunluğunda, sözler de çoğu zaman sevdiğim sözler olabiliyor
belki söze göre beste yapıldığı için olabilir; bazı besteciler öyle yaparmış
belki de bestenin ezginin çağrıştırdığı çağırdığı sözler ona yazıldığı için de olabilir
ya da besteci o anda, sözüyle yaptığı için bestesini,
o zaman söz de müzikle aynı anda doğmuş oluyor.
ama rap müziklerinde bile, daha sözünü bile ne dediğini bile bilmememe rağmen müziğinden dolayı çok sevdiğim şarkılar da var, belki sözüne baksam sevmeyeceğim.

neyse; dediğim gibi; önceliğim müzik ezgi hep müzik konusunda ve ses.
bazı kişilerde; şarkıcıyı sevdikleri için ya da müzik tarzını, ya da sözlerini, farklı öncelikler olabiliyor.
sevdiğim müzik ve ses olunca öncelik; her tür müziğe ve sese de açık olabiliyorum böylece.

yazdıklarımla başlığım pek uymadı;
niye müzik dinleriz, demişim başlıkta.
şimdi bunun cevabına devam edeyim;

tabii ki en bildiğim kendim olduğum için,
çıkış noktam kendim olacak;
bazen, sessliğiniz, kendi iç sesiniz, hayatın monotonluğunda sıkıcılığında, ya da renksizliğinde,
coşku isteyebilir, ya da romantizm, ya da hüzün, ama duygu ister..
ve duygularınızı uyandıracak da müzik olur çoğu zaman;
sizi anında en mutlu ya da en hüzünlü ya da en duygusal zamanlarınıza götürebilir;
hem o müziği dinlerken yaşadığınız olumlu duyguları geri getirmesi açısından (çapalama deniyormuş psikolojide)
hem de müzikle hissettiğiniz algılarınızın harika olabilmesi açısından.
ya da size hiç hissetmediğiniz duygular hissettirebilir daha önce hissetmediğiniz.
bu kendi iç sesinizi, kendi algılarınızı sevmiyorsunuz anlamına da gelmiyor.
benim için bazen, mesela yürüyüşte müzik dinlemek;
sadece yürüyorum gibi de olmuyor;
yürüyüşüme anlam da katıyor
sanki kısa bir klip çekimi oluyor
hatta bir sürü video klip gibi oluyor
ya da his değişimlerimden dolayı
zorunlu bir spor yürüyüşü gibi de olmuyor

insanlar niye müzik dinler de o kadar genel bir soru olmuş ki yani;
zaten araştırma anket yapılarak da bilinebilecek bir konu
ama yanıtlardan bazısı şu olabilir;
- an'lara anlam katar
- kendimi ifade etmektir
- yalnızlığımı gideririrm
- sadece sevdiğim için
- müziksiz dünya ne sıkıcı olurdu üff hayal bile edemiyorum
- .....
bu üstteki cevaplar, benim de katıldığım cevaplar...

ama, enstrüman çalma, şarkı söyleme geçmişi olan ve müzik kulağı çok güçlü biri olarak şunu söyleyebilirim ki; bazen insanın çalmayı söylemeyi sevdiği şarkılar da en çok dinlemeyi sevdiği şarkılar oluyor. ama ilginç bir şey oldu; bazı şarkı yazma denemelerim oldu (beste demeyeceğim çünkü gittiğim bir şarkı yazma teknikleri kursunda hocamız bize, beste yapmanın çok kapsamlı olduğunu ve bi melodi tuturmaktan çok öte olduğunu anlatmıştı; ama beste yapmak sözünü, şarkı yazma terminolojisinden daha pratik bulduğum için ve günlük hayata şarkı yazma lafı henüz geçmediği için günlük hayatta kullanıyorum). ve bu şarkı yazma denemelerimde de ilginç olsan, benden çıkan şarkılar, hiç de söylemeyi ve dinlemeyi sevdiğim şarkılardan olmadı :) bestelerimi söylerken sevsem de... yani milyon tane şarkı sevsem de söylemeyi ya da dinlemeyi ya da ikisini de; iş besteye gelince, hiç tahmin etmediğim şeyler olabiliyor. geçen ay bikaç tane, 20-30 saniyelik minik şarkılar çıktı benden, ama dinlediğim söylediğim tarzlardan pek değildi ama sevdim tabii söylerken de.

bence herkesin bir bestesi var bu hayatta. binbir çeşit besteyi sevebiliriz çoğunda kendimizden bir parça bulabiliriz. aynı binbir çeşit film olması ve hepsinde kendimizden bir parça bulabilmemiz gibi. binbir çeşit sesten de sevdiklerimiz olabilir kalbimize yatan... çünkü bu dünya çok renklilik çok seslilik dünyası. ekonomide belli şirketlerin boruları ötebilir, TVlerde gazetelerde hep aynı tanıdık yüzleri görebiliriz belki ama doğadaki zenginlik çok çeşitlilik gibi, insanlık da çok renklilik ve çok çeşitlilik üzerine kuruludur. binbir çeşidin, binbir rengin bir uyumudur. ve her renkten ve her çeşitten de beğendiklerimiz kendimizden parça bulduklarımız olabilir. ama yine de herkesin bir bestesi vardır bu hayatta; onda da başkalarının kendinden bir parça bulabileceği. o beste bazen müziğe dökülür, bazen filme, bazen yazıya, bazen resme; bazen ise olmadık bambaşka bir biçimde tezahür edebilir... ama bu dünyaya gözlerini açan her bebeğin bir bestesi vardır mutlaka; unutmayın.

korku

cesurların sevmediği sözcük
süperkahramanların ise lügatında olmayan
ama insanların çoğunda var olan sözcük; korku.
patolojik korkuları saymazsak,
en korkusuzlarda bile olabiliyor korku.
dünyanın en zengini bile servetini kaybetmekten korkar
küçücük bir çocuk için bile en sevdiği oyuncağını kaybetmek korku olabilir çünkü arasında bağ yapmışsa, hiçbir yenisi onun yerini tutamaz
sahtekarlar, foyalarının ortaya çıkmasından korkarlar
yalancılar da yalanlarının
sevenlerin çoğu ayrılıktan korkar
kötü anne babaların çocuklarında anne baba korkusu olabilir
ya da berbat öğretmenlerin öğrencilerinde öğretmen korkusu
ya da korkunç din adamlarının kafasını ütülediği kişilerde, eğer kendi akıllarını bilinçlerini kullanmadılarsa tanrı korkusu vardır
hollywood starları için yaşlılık kırışıklıktır korku
magazinin gündemini işgal edenler için ise gündemden düşmek fotoğraflanmamak izlenmemektir korku
kimi rezil olmaktan korkar ya küçük ya büyük, ya topluma ya da bilmem kime
kimi hayallerinin gerçekleşmeyeceğinden korkar
kimi de hamamböceklerinden.
piyanist kulağına parmaklarına birşey olmasından korkar
koşucu içinse ayaklarına birşey olmasıdır korku
bazen yalnızlıktır korku; bazen ise kalabalık
bazen yüksekliktir korku; bazen ise derinlik

herkes mentalitesine göre, ruhsal seviyesine göre, kişiliğine göre birşeylerden korkar
ya da yaptığı işe göre, hayattaki tutkusuna göre
yere zamana mekana göre de, yaşa göre de korkulanlar korkular değişir

biraz da doğrudur korku yerine göre,
çünkü korkusuzluk fazla ya da zamansız risk aldırabilir
aşırı korku gibi aşırı korkusuzluk da hata yaptırabilir

ama korkularımız bize ip ucudur çoğu zaman
eğer psikiyatrik kökenli değilse korkularımız;
bize neleri serbest bırakmamız gerektiğini gösterir çünkü
onlardan kurtulursak özgürleşebiliriz

ablam bir söz söyledi geçen ay içinde;
"güzelliğine güvenme sivilce yeter, parana güvenme kıvılcım yeter" diye
sonra eklemiştim bu cümleye; "bilgine güvenme, bir keşif yeter" de olur diye.

hiçbir şeye bel bağlama yani;
ne malına, ne şöhretine,
ne sevdiğine, ne kendine
geçici olan bedenlerde ruhlar kalıcı olsa da;
korkusuzluk; ne olursa olsun, her durumda var olunabileceğini, her şeyin göğüslenebileceğini bilmektir.

psikolojik korku farklı bir konu;
eskilerde okuduğum bir kitaptaki bir hikaye aklıma geldi gerçek. (sanırım "ben değeri tiryakiliği"di adı, yazarını da internetten bulabilirsiniz, üşendim şimi gidip kütüphaneye bakamayacağım, yarın eklerim adını)
zengin bir işadamı, her işte başarılı hayatında mutlu doyumlu sağlıklı vb....
ama sunum fobisi var inanılmaz boyutlarda ama...
psikoloğuna anlatıyor ve derine inince görüyor ki psikolog;
iş adamının korkusu derinlerde, arka planda, background'da
yani servetini kaybetmekten korkuyor ya da başarısız olmaktan,
çünkü o zaman eşinin onu terk edebileceğini düşünüyor, çevresinin gideceğini,
işleri, kariyeri, itibarı, hayatı........
ve psikolog iş adamına soruyor tek tek bu korkusunu yenmesi için;
- servetini, işini, paranı, aileni..... hatta yeteneklerini, bilgini..... hepsini kaybettin ne yaparsın düşün....
- iş adamı düşünüyor ve sonra diyor ki, hımmm bir çay bahçesi açaraım, veya orada çalışırım
- mutlu olur musun
- evet en azından dünyanın sonu değil, yaşama yine tutunurum...
.....
ve sonra, kaybetme korkusunu yenen iş adamı, sunum fobisini de yener.
tabii aklımda kaldığı kadar anlattım ve sonuçta ana fikirde olmasa bile ayrıntılarda hata olabilir aktarırken aklımda kalanları,
ama özeti; psikolojik korkularda bile bizi özgürleştirecek ayrıntılar gizli

psikiyatrik korkudan kastım ise şu;
insan psikoloji bozulunca, patolojik nedenli olarak da korkular üreyebiliyormuş
hayatta korkmadığınız şeyler korkumuz olabiliyormuş
dünyanın en sosyal dışa dönük insanının sosyal fobik olması gibi
zaten psikiyatrik kökenli rahatsızlıkların insanı nasıl başka birine düşündüğü de bilinir
ama bilmeyenler de varsa bilsin

yani; psikiyatrik kökenli olmadıkça
normal sağlıklı insanların korkuları
bir ipucu dediğim gibi,
aşmaları gereken konuları göstermesi açısından.

bir de hiç anlamadığım konu;
insanlar niye korku filmi izlemekten zevk alırlar?!
hadi gerilimli heyecanlı filmleri sevmeyi tabii ki anlıyorum, ben de severdim, belki hala seviyorumdur.
ama korku filmini hiç sevemedim ve anlamadım neyi sevilir yaaa...
belki de insanlığın hepimizin her insanın bilinçaltında, yani atalarımızın taa ilk insanlardan beri, korkuları çok olduğu için; kendilerini korumları için de; bu duyguyu da yaşamak istiyor insan zihni...

neyse, yine uzatmayım, konudan konu doğurmayalım, bu konuyu başka bir tartışmalı yazıda ele alalım.
korkudan kaygıdan da uzak olalım...

7 Haziran 2014 Cumartesi

meditasyona başladım

geçtiğimiz perşembe, yani 5 Haziran 2014'de transandantal meditasyona tekrar başladım... blogumdan karar almıştım, ve uydum ona. geçen ay, düzenli yürüyüşe başlama kararı da almıştım ama fazla yüklendiğim için ayağımda ve ayak bileğimde hafif zedelenme oldu ama geçti sayılır, en yakın sürede yine başlayacağım düzenli olarak.

transandantal meditasyon eğitimini 1997'de almıştım, İstanbul'da yazın, ya da bahardaydı. mantram da aklımda, eğitmenimin adı da. o zamanlarda yapmıştım meditasyon bir yaz arada sırada da olsa. ve zaman zaman yaptığım da oldu, ama şimdi düzene sokuyorum tekrar her gün meditasyon yapmayı.

çok meditasyon tekniği var. daha önce denediğim ve memnun kaldığım için, bu yöntemle devam edicem. ama arada başka teknikler de uygulasam da, transandantal meditasyonu bırakmayacağım.

her gün 20-30 dakika ile başladım. bize öğretilen, günde 20'şer dakikadan iki kezdi. şimdilik bir kere 20-30 dk arası yapıcam ama zamanla artırabilirim ve ikiye çıkarabilirim günde.

size de, herkese öneririm... özellikle yoğun yaşayanlar, stres yüklü işleri hayatları olanlar için bir kurtarıcı gerçekten. ya da, sanatçılar için, bilim adamları için, üretken kişiler için, sporcular için, yaratıcılıklarını gün içindeki performanslarını artırmak isteyenler için, ya da sadece ruhsal gelişim ya da huzur için... neden yapılırsa yapılsın, sonuçları herkes için her zaman muhteşem olan, yararları kanıtlanmış bir tekniktir meditasyon. şiddetle önerilir, sevgiyle önerilir...


Çiçeklerimiz

evimizdeki çiçeklerimizin resimlerini çektim, bazılarını bugün, bazısını daha önce... buraya sadece birkaçını ekliyorum, gerisini pinterest'e ekledim, tıklayıp bakabilirsiniz: http://www.pinterest.com/feridepinar1978/flowers-at-our-home/

balkondaki karanfiller

bu sardunyaların rengine bayılıyorum

beyaz sardunya


bu kadar çiçeğin üstüne bir de böcek :) :p acı biberiyeler... Antalya çocuğu olduğumuz, biberiye severliğimizden belli olmalı. Antalyalı olmama rağmen, biber de sevmeme rağmen, acı biberiye yemeyi sevemedim, acıyı sonradan sevmeyi öğrensem de... yeşil yeşiller, ama bembeyaz çiçekleri oluyor biberiyeler oluşmadan önce. yanlış anlamayın, sevmediğim çiçek ağaç bitki yok benim, sevmiyorum derken, acı biberiye yemeyi kastediyorum sadece. biberiye turşusu da Antalya'ya özgüdür.



6 Haziran 2014 Cuma

Hayatın anlamı

kimi için bir ömür boyu didinmek çocukları için, varını yoğunu harcamak onlar uğruna, maddi manevi, tüm enerjisini sarf etmek, sonuç ne olursa olsun...

kimi için sevmek, sevdiği için her şeyi yapmak, sevgilisi ya da eşi için, ya da sevgisi için; ve biterse de yine sevgi için yaşamak, aşk ile var olmak...

kimi için sevgiyi aramak, sadece sevgilide değil, belki ilahi aşkta, belki bilim aşkında, belki sanat aşkında, ve o aşk uğrunda ya da o aşk ile var olmak...

kimi için hayat sadece bir eğlence, tamamen olmasa bile hayatının büyük bir kısmında, ve hayatta yaşamak için para da kazansa, kariyer de yapsa, amaç hep eğlence, yani sanki tüm sıkıntı çekilen, eğlenceli anlar için...

kimi için hayatın anlamı, bu dünyada güzel birşeyler yapabilmek, arkasında dünyayı bulduğundan daha iyi bir yer olarak bırakabilmek...

kimi için hayatın anlamı, adrenalin, heyecan, sınırları zorlamak; bunun için maceralara atılmak; ya dünyanın olmadık yerlerini keşfe gitmek, ya da imkansızları zorlamaya çalışmak, dağların zirvelerine çıkarak, ya da okyanuslara açılarak ya da ya da...

kimi için hayatın anlamı, karşısındakinde bir gülümseme görebilmek sadece, ve mutlu edebilmek insanları, hatta hayvanları da, bitkileri de, doğayı da... bunun için komedyenlik palyaçoluk bile yapabilmek, ya da ne yaparsa yapsın işinde, onu insanları ya da canlıları mutlu etmek için yapmak...

kimi için hayatın anlamı, zekasının gücünü sınamak, artırmak; zeka oyunları satranç şampiyonlarına katılmak, ya da bilgi yarışmalarına, ya da oynadığı zeka oyunlarında bilgisayarında, en top olup bu şekilde iz bırakmak arkasında, bir Kasporov olamasa da, başka alanda bir Kasporov olabilmek belki de...

kimi için hayatın anlamı iyileşebilmek, sağlıklı olabilmek sadece, ya bedensel ya da ruhsal engelinden kurtulabilmek ve herkes gibi sağlıklı hissedebilmek ya da olabilmek sadece, eğer kurtulamıyorsa da engelinden, engellere rağmen hayatta mutlu olabilmek ve hayallerini gerçekleştirebilmek...

kimi için hayatın anlamı bir bilinmezlik. bilinmezlikleri çözmeye adamak kendini. ya bilimde ya felsefede ya da hayattaki olmadık konularda ya uzayla ilgili konularda ya da ya da.... sonuç ne olursa olsun, keşfe çıkmak...

kimi için hayatın anlamı, fotoğraf kareleriyle ya da fırça darbeleriyle hayatı resmetmek ya da fotoğraflamak, ya da videolamak...

kimi için hayatın anlamı sadece müzik, ya da sadece sinema tiyatro, ya da.... sanatın başka dallarında, ya izleyerek, katılarak, ya da performans göstererek...

kimi için hayatın anlamı, zirvelere çıkmak, kariyer yapmak, başarmak başarmak, ya şirketlerde, ya akademide, ya medyada, ya da hayatın başka alanlarında, en olmak top olmak ya da o uğurda uğraşmak...

kimi için hayatın anlamı, bir dostla ya da sevdiğiyle bir kahve sohbetinde, yakalanan huzurlu mutlu keyifli anlarda gizli sadece...

kimi için hayatın anlamı, sevdiği hayvanları, ya da onlara bakmak bir ömür boyunca, ve onları mutlu edebilmek ve onlara iyi bakmak için uğraşmak; ya da çiçeklerine bakmak, bitkilerine. ya da kendinin olmasa da, kimin olduğu önemli değil, dünyanın hayvanları doğası için mücadele etmek. ya da fidanlar dikmek ormanlara, ya da çiçek tohumları atmak nereye giderse gitsin, belki bazısı tutar diye...

kimi için hayatın anlamı, kendini bırakmak an'lara, hiçbir amaç anlam gütmeden, kendini bırakmak, hayatı hissetmek, var olmanın tadını hissetmek sadece, amaç ne olursa olsun, onun için fark etmez, kim olduğu da önemli değildir, ne için var olduğu da, an'larda hissetmek an'ı kaçırmadan tadını çıkarmaktır ve ne yaparsa yapsın o anda ve nerede olursa olsun onu sevmektir, yaptığını da, olduğu yeri de...

kimi için hayatın anlamı, kendini adamak, ulu bir ideale bilime sanata ya da sevdiklerine ya da ya da... ama adamak, ne olursa olsun sonuç, ve o uğurda hayatını adamak, ve bunun için her türlü riski de almak, ve cesur da olmak, fedakarlıkta da bulunmak...

kimi için, kimi için..... hayat işte, herkes için apayrı anlamda, herkes için apayrı bir serüven, herkes için farklı bir güzergah yol, varış noktası çıkış noktası ne olursa olsun. düşündünüz mü hiç, sizin için anlamı ne...


Hayatımın en büyük macerası

yıl 2011 Aralık'ının sonları, ABD'nin Virginia eyaletinin Norfolk şehrindeyim, doktora eğitimimin 2,5 yılını tamamlamışım, annem de benim için gelmişti yanıma sağlık nedenlerinden ötürü ve beraber dönecektik kış tatili için, ancak planlarımda yine sağlık nedenlerinden ötürü son anda bir değişiklik oldu ve Türkiye'ye kesin dönüş yapmam gerekti. O yüzden Walter'ı da yanımda götürmem gerekti çünkü bırakacak kimseyi bulamadım tekrar dönüp evdeki eşyaları satıp bir kısmını depoya yerleştirmek için birkaç hafta sonra geri döneceğim vakte kadar. ve Walter'ı götürmek de sandığımız kadar kolay olmayacaktı. Norfolk-NY arası uçak hayvan kabul etmediğini söyledi, uçaklar küçükmüş sanırım ya da başka detaylar, hatırlayamıyorum. NY'a kadar otobüse binsek, otobüsler de kabul etmedi kedi. Tek çaremiz kalmıştı araba kiralamak. Şehirlerarası yollarda, özellikle de highway'lerde kendime güvenemediğimden, annem kullanacaktı. Annem de hayatında Norfolk ve birkaç civar yer dışında ABD'de araba kullanmamıştı. Neyse, annemin şoförlüğüne güveniyordum, bu pek sorun diildi o kadar. Ama gitmemize birkaç gün kala, öğrendik ki yurt dışına evcil hayvan çıkarmak baya sorunmuş, bilirsiniz, ABD'de kuralların prosedürlerin sonu yoktur çoğu açıdan. Walter'ı yakınlardaki bir veterinere götürdüğümüzde öğrendik tüm prosedürü, neyse Richmond eyaletinden onaylar gerekiyormuş, bu veterinerden aldığımız evrakları götürüp. Ertesi gün adresi öğrendik arabaya atlayıp, ama benim araba da eski model bir Mercedes olsa da aldanmayın, o kadar sorun çıkardı ki bana, ve yolda kalmamamız an meselesi, adresi i-phone'umun GPSi ile bulduk Richmond'da, ama adresi bulmamız da macera, benim yukarı kadar çıkıp onayı almam da, eğer işler yolunda gitmeseymiş birkaç dakikalık bile, onay aldığım merkez kapanacakmış Christmas tatilinden dolayı. neyse bunu sıyırdık. Ertesi gün de yola çıktık kiraladığımız arabayla, güzergah; Norfolk-NY arası. Sabah uyandık ama çok çok erken uyanmamız gerekirken, biz onu da yapmadık, rahatlığa bakar mısınız, sanki Antalya İstanbul arası gidiyoruz... Neyse, güzergahı Google map'den çıktı aldım, bi de iphone GPS'ine güveniyorum, çıktık yola, annem kullanıyor, ben yanında co-pilot elimde haritalarla ve arkada, kutusunda (orada kennel deniyor) Walter. Gittik gittik gittik, bir yer vardı ki, yanlışlıkla düz gitmişiz, sapmamız gerekirken, orada iphone kurtarıcı oldu, çünkü google map o kadar detay vermiyordu çıktıda. ve yoldan tek dönüş yolu geri geri gitmek ama araba yük dolu, arkamızı zor görüyoruz, annem yapamadı, orada Tanrı'nın yardımıyla yoldan kurtulabilmemiz mümkün oldu yoksa ben de pek yapamazdım o işi, araba kullanma reflekslerim de yardım etti, zaman da kaybetmek istemiyoruz çünkü NY'a ulaşmamız için hiç uzun mola vermemiz gerekiyor. çok kritik bir yerde highway'de, google map'imle iphone GPS'im uyumsuzlaştı, ve ne yapacağımı da şaşırdım, levhalar da o kadar garip anlatıyor ki, NY nerede gösteren yok, ve annem panikle highway'in ortasında yavaşladı neredeyse duracak ve her yer vızır vızır araç her yer, ve eğer hemen nereye gideceğimize karar vermezsek, orada bir araç bize çarpacak, highway'de nerede durup birine birşey soracaksın, ki o anda birşey oldu, Tanrı yine yardım etti ve bir yol görevlisi, (polis değil ama böyle nasıl anlatsam ismini de unuttum görev arabasının, ama yol teftiş ya da yardım gibi birşeydi görev) bizi durdurdu. önce çok panikledim, çünkü annemin ehliyeti TC ehliyeti, ama dediler ki bize, ABD'de TC ehliyeti ABD 'ye girişten sonra 1 yıl geçerlidir. ama arabayı da benim üzerime kiraladık, ben kullanıyorum diye, neyse, adam o kadar iyi çıktı ki, bizim bir sorundan ortada kaldığımızı anlamış olmalı, neyse ki bizi azarlamak yerine, yardımcı oldu, ertesi günün Christmas olmasının da etkisi olacak ki, hoşgörülüydü ve derdimizi anlatınca, dedi düz gidin, hiç sapmayın, sizi yol NY'a çıkarır... evet Tanrı'nın bizimle olduğunu yine hissetmiştim, dedim, evet bizim NY'a sağ salim varmamız ve Türkiye'ye de sağ salim dönmemiz olacak demek ki :) ve düşündüm ki, belki de Walter için katlandığımız bu fedekarlık ile evren de bize yardımda bulunuyordu ve insanlar buna aracıydı, ve devam ettik yola. ilginç bir şey oldu ki, meğer hiç benzine bakmak aklıma gelmedi, ve baktığımda ise çok az kalmıştı, ve bu benzin bizi NY havaalanına kadar götürmez anne dedim, hesaplayarak geldiğimiz yolla biten benzin miktarını hesaplayarak. ve nereden benzin bulacak highway'de! ama fark ettik ki, yollarda yanlarda mola için highway sapakları yapılmış, ve orada mola için yemek restoran vb. ana ilginç olan şu ki, hepsinde benzin istasyonu yok, neyse ki iphonedan google'dan yine check ettim ve bir benzin istasyonu bulabildim, evet şans hala bizimleydi, ya geç fark etseydim benzinimizin az kaldığını ya bulamasaydık benzin istasyonlu bir mola yeri.... NY'e vardık ama inanılmaz bir trafik var, ve sadece dua ediyorum artık, çünkü vardığımızda yetişemezsek tekrar uçak bulmamız da zor, biletlerimiz de yansın istemiyorum çünkü biletler de çok can yakıcı fiyatlarda. NY havaalanına varmayı başarabildik, ve araç kiraladığımız yeri de bulabildik, aracı verdik, ödemeyi yaptık, trene binip havaalanından bizim numaraya gidicez. ve şu ana kadarki maceralardan sonra, hem annemin sanki yolları çok iyi biliyormuş gibi inanılmaz şoförlüğü, Walter'ın kennel'in içinde bir kere bile mıkını bile çıkarmaması, ve tuvaletini de, tam biz bir ara verdiğimiz sırada yapması, inanılmazdı gerçekten. Walter'ın birşeylerin farkında olduğunu ve çok hisli bir kedi olduğunu da o zaman anladım. annem trende giderken dedi, başardık pınar başardık, ben de dedim ki, dur anne, daha erken sevinme, uçağa bindiğimiz ana kadar sevinmeyelim dedim, sanki hissetmişçesine asıl maceranın şimdi başlayacağını... bir vardık ki, bilet kontrolü yerindeki şef bir genç vardı çok aksi, dedi ki, bu kennel çok küçük olmaz kediniz büyük. ya büyük kennel alacaksınız kediniz uçakta hayvan bölmesinde gidecek, ya da soft kennel alacaksınız, yanınızda gidecek kediniz. ama dedik, bize telefonda kaç kere sorsak da merkezinizden bize bu kennel boyutlarının uygun olduğunu söylediler?! hayır efendim olmazmış. dedi ki, aşağıdaki çarşı yerinde soft kennel bulabilirsiniz. telaşımı anlatamam size. aşağıdaki çarşı bölümünde olası her mağazaya soruyorum, cevaplar o ne? yok vb... dönüyorum yine soruyorum emin misiniz, var dediler.. çok sonra düşününce fark ediyorum ki, genç şefin yalanının kurbanı olduk o vakit kaybında. neyse, anladım ki yok. çıktım annemin yanına, anne dedim, sen biletini al git, uçağını kaçırma, ben NY'a dönüp kennel bulucam. neyse ki, bir sonraki uçakta bana yer bulabildiler, ama uçak çok yakın saatte kalkıyor ve kennel bulmak için az sürem var; ve hollanda aktarmalı uçak ama hollanda havaalanında 7-8 saat geçirmem gerekecek. ilginç olan da şu ki, annemle cebimizde hiç dolar kalmamış hem de hiç. bir dolar hesabım olan atm kartım var ama onun da şifresini unutmuşum kullanmadığım için başka atmlerde, kredi kartım var TCden ama limitleri yeterli değil. anne dedim, var kredi kartını, sen lütfen endişelenme, beni düşünme. telefon haberleşmesi de sorun olacaktı çünkü sanırım annemin telefonunun kontörü bitmişti, ve zaten avrupaya aktarmasında, oradan da çekmeyecekti. ama onu da düşündüm, dedim, anne ben babamı ararım, o da seni arar... annem bindi uçağa ama ağlayarak, çünkü sağlığımdan da endişe ediyor, o zamanlarda arada nüksedebilen ataklarım oluyordu ve o atak geldiğinde donup kalıyordum ve sağlıklı halime dönmem için birkaç saat geçmesi gerekebiliyordu en azından. neyse, benim asıl maceram da başlıyordu. aldım Walter'ımı yanıma, atladım bir taksiye, taksicinin adı da Ahmed ve Fas'lı ama NYda yaşıyor. sohbet ettik ve anlattım ona derdimi. ve iphone'umun GPS'ine bakarak bir alışveriş alanı bulabildim zar zor, orada da bir petsmart buldum, ama birkaç dakika önce kapatmışlardı. Ahmed'den rica ettim, kennelin ödemesini petsmarttaki çalışanlara nakit yapmasını, taksi ödemesini de kredi kartıyla yapacağım için, fazla öderim dedim, kabul etti neyse ki, ama petsmart çalışanları ve şefi de kabul etmedi teklifimi, ee ABD'deyiz, çalışanların acil durum insiyatifleri bile minimum çoğu zaman, her şey kurallarla zaten belli. sonra açık bir supermarket bulabildim, yine aradım kennel yok yok... ve Walter'ım hiç ses çıkarmıyor hala... o kadar sezgileri kuvvetli ki, o kadar yolun üzerine, hala ses çıkarmıyor, anladı ki olay mühim. neyse ben çaresizlik içindeyim... arıyorum NY'da geç saatte açık yerler, ama hep kapalı, ertesi gün Christmas diye de, çoğu veteriner kapalı, ya da veterinerlerde büyük kennel yok... ama inatçıyım, başka seçenek düşünmüyorum büyük kennel bulabilmek dışında. çünkü zaten diğer seçenek de iyi diil, çünkü Christmas tatilinde her yer kaç gün kapalı, yani NY'da kaç gün geçiricem de büyük kennel alıcam, otel bulucam, yeni bir uçak bileti. zaten yol, Walter'ın yurt dışına çıkış prosedürleri, biletler, her şey o kadar masraflı oldu ki, bir de bu masrafları üstlenemeyiz, ve sağlığım nedeniyle de, risklerim de var vs vs vs.... ve o anda bir şey oldu ve Tanrı yine yardım etti; içimden bir ses dedi ki, hadi arayayım havaalanına sorayım, o görevli demişti ya havaalanında soft kennel var... aradım çarşıları ama yine de bulamadım, ve o sırada hangi telefondan nasıl bağlandıysam, havaalanında bir görevliyle konuştum, ismi de Officer Schule imiş, öğrendim sonradan... dedi ki, havaalanına yakın UPS evcil hayvan bakım ofisi var onu arayın, evcil hayvanların emanet edildiği bir yer... ve internetten telefonumla buldum merkezi ve aradığımda adresi öğrendim, ama kapanacaklarmış çok kısa bir sürede, ve Ahmed ile gittik, çok şükür ki zamanında yetiştik, ama uçağımın saatine de çok az kaldığını söylemeliyim. Angie adlı çok tatlı bir genç bayan karşıladı bizi, dedim telefonda biraz önce konuştuğunuz kişiyim, kennel'i görebilir miyim, evet kennel vardı hem de koskocaman, o gıcık görevli şef sesini çıkaramazdı herhalde bu kadar büyük bir kennel'a. Ahmed de yardım etti; Angel, Ahmed ve ben kennel'ı kurduk, Walter'ı da içine yerleştirdik, Ahmed ödemeyi yaptı nakit çünkü kredi kartı geçmiyormuş. Görevli genç bayanın adı da Angie olunca, dedim ki içimden, evet Tanrı gerçekten bir melek gönderdi bana bu gece diye. Ahmed'le de bu konuyu konuştuk yolda giderken, iyi insanlarla karşılaşmanın ne kadar önemli olduğunu ve o da anlattı, dedi ki, böyle çetin bir şehirde taksici olmama rağmen, hep iyi insanlarla karşılaştım. ve onunla, Tanrının bize yardımının, karşımıza doğru insanları iyi insanları çıkarmasıyla olduğunu konuştuk... biraz da NYdan bahsetti, burada herkes para kovalıyor dedi, ve ben de para kazanmak için katlanıyorum dedi, ama ailemle tatil için ülkeme gittiğimde gerçek eğlenceyi orada yaşıyorum dedi. ailesi de burdaydı, ve bir çocuğu vardı diye hatırlıyorum, oğluydu galiba... neyse, sohbet ederek havaalanına vardık, tabii kredi kartı ile ödememin bahşiş kısmına kennel ücretini de ekledim ve teşekkür bahşişiyle, ve NY'a sonraki gelişimde de kart attım hem Angie'ye hem de Ahmed'e, teşekkür kartı gönderdim; Officer Schule için de aradım ve teşekkürümü iletmelerini rica ettim NY havaalanına. ve Havaalanına vardığımda gururla büyük kennel'imi gösterdim bizim gıcık görevliye, sesini çıkaramadı tabii ve biletimi kestiler sonraki uçağa, zaten ucu ucuna da yetişmiştim. ama neyse ki daha gıcık olup bana sonraki uçaktan bile yer vermeyebilirlerdi. bana merkezden verilen yanlış bilginin neticesinde olduğunu anlattım çünkü görevliye ve suçun kendilerinden olduğunu anlamışlardı. aslında bir bakıma da iyi oldu, o kadar yolda Walter'ım, koca gövdesiyle, minik kennel'in içinde sıkılabilirdi yol boyunca, 1-2 saatlik yol değil ki, gerçi kenneli çok küçük de değildi, arabayla rahatça gitmişti, neyse... Hollanda'da aktarma yaptığımızda, saatlerce Walter'ı da hayvan merkezinde tuttular, ama güvendim çünkü Avrupalıların hayvan haklarında iyi olduğunu biliyordum ve ona iyi bakacalarını düşündüm. Hollanda'da Christmas'ımızı geçirdik Walter ile :) ben Christmas kutlamasam da, olsun kültürü paylaşmak adına kutladım o gün, ben bir Starbucks'da, Walter ise hayvan merkezinde 7-8 saatimizi geçirdik, ve Walter'ıma, İstanbul havaalanında kavuştum, her yerlerinden zincirlenmiş sağlamlaştırılmış kennel'i görevlinin elinden aldığımda, sağ salim Walter'ım ve ben, işte o zaman gerçek mutluluğu yakalamıştım, ve anneme dediğim, erken sevinme lafı da o zaman gerçek olmuştu, ama sevine de bildim. annecim ne mi yapmıştı, ağlaya ağlaya geçirmiş uçuş yolculuğunu ve dualar ederek... neyse ki Hollanda havaalanından babama skype'dan ulaşıp anlattım iyiyiz diye, ve kenneli bulduğumda da aradım NY'dan ve anneme iletmesini de söyledim.... ama anneme yaşattığım o üzüntülü anlardan, ve Walter'cığımın yollarda o kadar vakit geçirmek zorunda kalmasından dolayı da üzüldüm. ama gerçekten hayatımın en büyük macerasıydı. belki Türkiye'de olsaydı o kadar olmayacaktı. ama hem sağlığımın riskleri, hem onca bilmediğimiz yol, kennel macerası, yollarda onca atlattığımız hayati tehlike.... ama mutlu sona erişmiştim sonunda ve birkaç gün sonraki yeni yılı ailemle kutladım, ve Walter da Romeo ve Jennifer ile tanıştı... Walter da birkaç macera atlattı İstanbul'da bizim evde geçtiğimiz seneler içinde, iki kere pencereden düşerek :(  ama neyse ki, apartmanın ikinci katında olduğumuz için ve bahçeye düştüğü için şanslıydı, ona da Tanrı yardım etti :) ve ona çok iyi bakmamla da iyileşti, oysa veteriner aylar alır demişti iyileşmesi. ilk düşüşünde, vardıktan sonraki aylarda ya da günlerde düştü ama hiçbir şey olmadı çok şükür, ama diğer düşüşü 7 Eylül 2013'de oldu, ve ağırdı, işte ona iyileşmez dedi veteriner kolay kolay ve röntgenlerinde kemik kayması görülüyordu, ama ona et-kemik sularıyla o kadar iyi baktım ki, eskisinden bile sağlam oldu hem de 1 haftasında :) bana mucize ile iyi gelen GAPS Diyetinin et-kemik suyu mucizesi, Walter'ımı da iyileştirdi kısa süre içinde. Ve Walter'ım artık pencerelerden de baksa da düşmüyor... neyse, yine maceralar bekliyorsa beni ve Walter'ımı, dilerim onlar acılı olmasın, ya da heyecanlı olsa da sonu hep mutlu son olsun :)

5 Haziran 2014 Perşembe

araba-otobüs-uçak-kamyon metaforu

bugün aklıma birşey geldi,
hatta 1 saat olmadı aklıma geleli...

bir metafor,
araba gibi...

ve her metaforda olduğu gibi,
bunda da binbir şekilde istisnalar olabilir ve tıpatıp uymaya da bilir... ama hoşuma gitti,
bakın şöyle:

bir araba,
bir sürü parçası var
her bir parça da sanat eseri,
motorundan tutun da, dış cephesindeki parçalara kadar,
iç tasarımındaki her bir parçaya kadar,

bu arabayı bir şirkete benzeticem önce,
her bir bölüm bir departman,

ve aracı kullanan,
bir ekip çoğunlukla tek kişi gibi de görülse,
headquarter, genel merkezden,
ya da genel müdürlükten
CEO denilebilir veya genel müdür
ya da müdür ve yardımcıları
ya da genel kurul
ya da tüm şirket ekibinin katıldığı toplantıların da
şirketinin neredeyse her elemanının da görüşünün alındığı bir biçimde
alınan kararlarla aksiyonlar
gider araba

bakımlardır, benzin almaktır, yakıttır;
motivasyon, dinlenme, tatil, eğlence
ki, harika gidebilir araç yolda,
ve istediği yerlere varabilir...

ve araca aldıkları;
yanına, arkasına
insanlardır bazen ve onları istedikleri yerlere götürür
bazen de yüklerdir,
onları istenilen yere götürür
işte taşıdığı yükler
veya taşıdığı insanlar,
aracı kullanana para ödeyenlerdir

yani bu araba metaforu daha çok
otobüse benzedi insanları taşıyan
ya da uçağa benzedi çok daha uzaklara kısa sürede götürebilen insanları
ya da kamyon, taşıyan yükleri

yani bir araç, bir ürünü bir yerden bir yere taşıdığında,
yani mecazi olarak diyelim ki,
bir ürün doğurduğunda geliştirdiğinde ve bunu sunduğunda (çıkış gelişme varış)
diyelim bir kitap, bir yemek, bir giysi, ya da başka bir ürün ya da hizmet,
onun da arkasında bir serüven gizlidir bunu bilin, bir yolculuk vardır, emek vardır.
ve o tükettiğiniz neyse, o da bu ruha sahiptir.
eğer aracın taşıdığı sizseniz,
yani, bu hizmet sektörü olabilir,
hastaneler, okullar gibi
ya da eğitim merkezleri, spor merkezleri gibi,
sizi bir yerden alıp istediğiniz yere götürürler
bazen birkaç durak sadece,
bazen daha uzun mesafelerde...

----

ya da bu metafor bir insan olabilir

arabanın her bir parçası,
bir vücut gibi sanki,
motoru kalple beyin olabilir,
ve mükemmel bir mekanizma,

ama dinlenmeye uyumaya beslenmeye (doğru benzin) ihtiyaç duyan bir makina
bazısında dışı pek bir gösterişli, ama motorunda iş yok
bazısında dışı cazibeli olmasa da motoru çok güçlü
bazısında ikisi de harika

aracı kullanan,
ruh,
bilir ki,
bu araç geçicidir,
bir bedendir sadece, bir vücuttur,
ve yollarda gitmek için tasarlanmıştır.
doğum (çıkış) ve ölüm (varış) noktası arasındaki yolu gitmek içindir sadece...

bu aracı deneyimleyen ruh,
iyi entegre olmalıdır
tüm araçla, her bir parçayla
onlara iyi bakmalıdır
onları sevmelidir önce
bakımını ihmal etmemlidir
ve bakımı yakıtı yani benzini
sadece uyumak dinlenmek beslenmek de değildir,
sevgi gerekir, huzur gerekir

ve herkesin aracı vardır
gerçek hayatta herkesin arabası olup olmamasıyla karıştırmayalım lütfen
herkesin yalnızca bir arabası vardır kendi kullandığı bir hayatta
ama aynı hayatta, arabasını yenilemek isteyenler de olabilir,
üzerinde içinde değişikliklerle
ama aynı arabadır bir ömürde
aracın ömrü bitince,
ruh yeni bir araç edinebilir :)
ama bu konuda emin de değilim
rearkasyona inananlar, böyle diyor,
ölümden sonra, yeniden bedenlenirmişiz
bilmiyorum, muallakta geliyor bana,
neyse,
amaç bu hayatta herkes için farklı,
çıkış noktası da farklı, varış noktası da farklı, aradaki güzergahları da farklı,
araç (yani, beden-DNA) da eşsiz, onu kullanan ruh da eşsiz,
bazen yarışır araçlar,
bazen konvoy gibi giderler,
bazen yollar kesişir,
bazen ise belli bir dönem birlikte giderler,
bazen ise tüm yolculukta beraber giderler,
yan yana ya da arka arkaya

sonuç olarak,
özetle;
motorunuza da iyi bakın, direksiyonunuzu da kaybetmeyin,
ve unutmayın ki, aracınızdaki küçücük bir parçadaki bir hata, bir sorun,
tüm aracınızın bozulmasına, ya da aksamasına yol açabilir,
ve sizi yoldan alıkoyabilir, molalar uzayabilir.
bazen molalar iyi de olabilir ama, sürekli tüm hız gitmektense.
bu yollarda yalnız da gitmediğinizi unutmayın,
yanlarda önlerde arkalarda başka araçlar da vardır
bazen yalnız da gitseniz yollarda
yandan önden arkadan geçen araçlara da saygılı olun,
bu yollar, hem yerde hem gökte;
her araç için
ve herkesin güzergahı farklı da olabilir,
bunu da lütfen unutmayın.

şimdi yazıyı bitirdikten sonra,
araçların sürekli yer aldığı bir klibi paylaşmak istiyorum,
Chris Rea'dan
"The Road To Hell" adlı şarkı ve klibi, benim için klasiklerden.
sesini severim Chris Rea'nın, ve bu şarkının ritmini ezgisini de çok seviyorum
ama ne yazık ki sözleri hoş değil, yani adının bile Türkçesi,
"Cehenneme Yol" gibi bir çeviri oluyor...
bunu dikkate almayalım biz, müziğe bakalım, klibe bakalım, sese bakalım.
n'apayım, gerçekten uydu yazıya, klipte ve sözlerde de yollar var, araçlar var....
aman siz yani herkes için dilerim ki, cehennem gibi bir hayattan da kötülükten de
karanlık yolardan da uzak olursunuz yani herkes olur umarım,
ama tabii karanlık ya da engebeli yolları tercih edenler de olabilir,
ya da herkesin hayatında belli zamanlarda yolunun karanlık olduğu engelli olduğu zamanlar da olur,
ama yine de dilerim ki, cehennemden uzak olsun hayatlar
iyi seyirler ve dinlemeler...(sözlerini de videonun altına ekledim)



Road To Hell - Chris Rea 
Şarkı Sözleri

(konuşmalı bölüm)
Stood still on a highwayI saw a woman
By the side of the road
With a face that I knew like my own
Reflected in my window
Well she walked up to my quarterlight
And she bent down real slow
A fearful pressure paralysed me in my shadow
She said 'son what are you doing here
My fear for you has turned me in my grave'
I said 'mama I come to the valley of the rich
Myself to sell'
She said 'son this is the road to hell'

On your journey cross the wilderness
From the desert to the well
You have strayed upon the motorway to hell

(şarkının başladığı yerden sonra)

Well I'm standing by the river
But the water doesn't flowIt boils with every poison you can think of
And I'm underneath the streetlight
But the light of joy I know
Scared beyond belief way down in the shadows
And the perverted fear of violence
Chokes the smile on every face
And common sense is ringing out the bell
This ain't no technological breakdown
Oh no, this is the road to hell

And all the roads jam up with credit
And there's nothing you can do
It's all just bits of paper flying away from you
Oh look out world, take a good look
What comes down here
You must learn this lesson fast and learn it well
This ain't no upwardly mobile freeway
Oh no, this is the road
Said this is the road
This is the road to hell